Bende isterdim; El-Bab’da Rusya’nın -yanlışlıkla vurarak- şehit ettiği 3 askerimize ve 11 yaralı evladımıza karşı tıpkı Rusya’nın vaktinde bize yaptığı gibi tüm dünyayı ayağa kaldırmayı…
Ambargolar uygulamayı…
Seçtiğimiz vekillerimizin, bürokratlarımızın, sosyal medya hesaplarından bu menfur olaya karşı iki kelam kınama yazısı yayınladıklarını görmeyi…
Ama bazen olmuyor işte…

O ninelere selam olsun.

Hani ateş düştüğü yeri yakar diye biliyoruz ya… Yok, o öyle değilmiş aslında!
1950’ler de, 60’lar da OF ilçesinde çocuk olan bir büyüğümün dilinden duyduklarımı aktarıyorum.
“29 Ekim Cumhuriyet bayramı olduğu zaman bütün ilçe çarşıda toplanırdık. Sadece biz çocuklar değil, yaşlar 80-85 olan babaannelerimiz, komşu babaanneler, ananeler, teyzeler de bizlerle birlikte çarşıya iner, törenin yapılacağı alana yakın olan evlerin balkonlarına, bahçelerine toplaşıp oradan izlerlerdik yapılan konuşmaları. Ruhu vardı o konuşmaların. Hatta oraya ayak sürümenin bile ruhu vardı. Gelişigüzel, öylesine toplanılmış anlar değildi o anlar.
Biz çocuklar ve devlet büyükleri Cumhuriyet’in kuruluşuna dair konuşmalar yaptıkça, şiirler okumaya başladıkça da o yaşlı teyzeler iki gözü iki çeşme ağlarlardı.
Hem de ne ağlamak! İç çeke çeke, yürek çeke çeke, ellerinde mendilleri sırılsıklam olana dek…
Pek tabi çocuktum, anlamazdım o sırada yaşanan mutluluğa karışan derin acının sebebini.
Birçoğunu da yakından tanırdım. Hepsinin elinden bir ekmek arası helva yemişliğim vardır. O eller aynı zamanda Kuran-ı Kerim’i de ellerinden düşürmez, beş vakit namazlarını kaçırmazdı. Ama son derece de ufku geniş olan bu kadınlar, bu nineler aslında o günlere gelmek için memleketçe çekilen ızdırabı, yokluğu, fakirliği, yitirilen evlatları, kocaları, kardeşleri, kısacası gidip de dönmeyenlerin acılarını kalplerinin en derin köşelerinde saklayan kadınlardı. Komşusunun, akrabasının ya da hiç tanımadığı hemcinsinin acısını iliklerine dek hissedebilen kadınlardı.
Tıpkı kendisi yaşamışçasına…
Evet, şimdi ateş düştüğü yeri yakıyor. Ama o zamanlar, bir eve düşen ateş tüm mahalleyi, hatta koca bir ilçeyi yakardı.”
Oysa şimdi?

Her yerdeler…

Sayın Başbakanımız Binali Yıldırım; Mülteciler konusunda duyarlılık arttırılmalı. Asıl çözüm mültecilerin memleketlerine geri dönüp orada yaşamalarının sağlanmasıdır, dedi ya…
Sayın Başbakanım… Buralar hep mülteci dolu. Bütün cafeler, çarşı pazar ve AVM’ler de artık bizden çok onlar var. Sokaklar bu yağız arkadaşlardan geçilmez oldu! Elde üç-beş bebek, karında yavru onları saymıyorum artık!
Bizim gençlerimiz onlara barış dolu memleket sunmak için bir bir ölürken, onlar burada janti kıyafetler içinde, bir elde karton bardak, bir elde Kleopatra’dan hallice aylıner çekilmiş pür makyajlı genç kızlarla fingir fingir keyif içersinde gezmekte. Ve bir çoğu insanların sabrını boğazına kadar dayandırmış durumda! Çünkü ukalalar! Çünkü hadsizler! Çünkü sapasağlamlar!
Çünkü sayelerinde ben bile kendimi memleketimde iyiden iyiye yabancı hissetmeye başladım. Onların yüzünden 1000 TL’lik evler 3000 TL kira’ya veriliyor. Para bu… Milliyeti, dini, imanı yok! Ev sahipleri onların yüzünden coşmuş durumda! Bizim caddede bile Arapça Tabelalar asılmaya başladı! Hatta geçen bir tanesini gördüm, tek anladığım 1975 yazısı oldu. Demek ki 1975’de kurulmuş dedim, kös kös bakıp geçtim.
İstanbul Fatih, Güngören, Bağcılar ve ötesi artık onların elinde. Sokağa çıkın, Türk gördünüz mü – Aaaa Türkmüşşşş!- dercesine kendi memleketinizde kendi memleketlinizi görmüş gibi sevindirik oluyorsunuz. 
Hani bu palazlanmış genç yiğit arkadaşlar mülteciydi?
Mülteci kampından çıkmak bu kadar kolay mı?
Şimdi ben, Suriye’nin savaş olmayan, hatta el bebek gül bebek yaşanılan, gece hayatının eğlencenin son sürat devam ettiği diğer kısmına geçip, dükkân açmaya kalksam bana da izin verirler mi?
Bence de geri dönsünler Sayın Başbakanım…