Müzik, resim, tiyatro gibi hemen bütün sanatların öğreti kuralları bulunduğu halde, şiir yazmanın hiçbir kuralı yoktur. Kaldı ki binlerce yıldan beri şiir sanatının yeterli bir tanımı bile yapılamamıştır. Öbür yandan, hiçbir sanat dalını da insanlar bu denli kolay sanmamıştır. Herkesin resim yapması, tiyatro oynaması, çalgı çalması, hatta türkü çağırması bile olağan değilken, her aklına esen şiir yazabilmektedir." Bu konuda Necati Cumalı: "Şair; gerçekten şairse, gerçekten şiir söyleyebilecek güçte ise, bunun için gelmişse dünyaya; kendini dinlemeli, kendine kulak vermeli, kendinde oluşan şiiri söylemelidir." demiş.

Şair, yeni bir beğenisi olan adamdır. Buna belli bir yoldan, bir eğitimden, bir öğretimden geçilerek varılır. Ama bugün ne bu beğeniye, ne bu yola, ne de bu eğitim ve öğretime kulak asan var." Yazıya adanmış ömrüne şiirle başlayan, öykücü, romancı ve denemeci Fakir Baykurt "Benli Yazılar" kitabında şiirin toplumdaki yeri üzerine şunları yazmış:  "Eskiler her ne kadar ’ Asıl yazın düzyazıdır ’ demişse de, asıl yazın şiirdir bence. ’ Başlangıçta söz vardı ’ sözü, ’ Başlangıçta şiir vardı ’ anlamına gelir sanırım. Söz candan, ciğerden, beyinden süzülüp gelen, olağanüstü bir değerdir. Şiir olmayana nasıl ’ söz ’ denebilir? Şiiri olmayan toplumun sözü olur mu? Eksik ve yanlış söylemekten sakınırım, düzyazısı, sözü olmayan toplumun da sözü olamaz. O değer bu değeri, o doğru bu doğruyu yok etmez."

Her edebiyatçı az çok şiirle uğraşmıştır. Ancak şiirsel özü kavramamış bir edebiyatçı ölümsüz olamaz. İnsanları en dengesiz yapan şairler kötü şairlerdir. Şairlik hacca gitmek gibidir. Nasıl ki, her hacca giden hacı olamıyorsa her şiir yazan da şair değildir. Şiir, kendi dünyasında, kendi yapısında dönüşüm sağladığı gibi, içinde yaşadığı ve dilini kullandığı toplumda da dönüşümün öncüsüdür. Resim, fotoğraf, heykel gibi sanatlar ne kadar durağan ise şiir sanatı, söz güzelliğini kullandığından elle tutulamayan, zapt edilemeyen bir dönüşümü adeta tahrik eder, dayatır. Toplum bu dönüşümü zehir bile olsa içer ve kendini dönüştürür. Şiirin dönüşüm atağı mutlaka ileriyedir. Asla geriye değildir ve olamaz. İnsan için, insan tarafından ve insanın dili-ağzı, ruhu ve yüreği arasından köpürüp çıkan şiir, güzelliğe, esenliğe vurgundur.

Güzel şiir, kalıcı şiir iz bırakan şiirdir. İz bırakmak, etkili olmakla mümkündür. Etkili olmak, şiirin ham maddesi olan kelimelerin bir kuyumcu sanatkârlığıyla kullanılmasıyla orantılıdır. Hassasiyet bulunmayan söz yığınlarına şiir diyemeyiz ve onlar soğanın kabuğu gibi, daha doğarken ölmüş kelime yığıntılarıdır. Tümülüsleri bilirsiniz, onların içinde hazineler gizlidir, tarih sinesinden ve coğrafya toprak yüzünden olanca rüzgâra, sele ve diğer doğal afetlere rağmen o tümülüsleri alır getirir. Güzel şiir, bir tümülüstür ki içi hazinelerle doludur.

Güzel şiir, duygu parseline dikilen ve asırlara yenilmeyen şiir gökdelenidir. Somutla soyutu, elle tutulup gözle görünenle beş duyu ötesindeki eylemleri, fiilleri harmanlayan ve bu harmanlanışı muhteşem bir müzikalite ile sunan şiir dönüşüm şiiridir. Yaprağı ıslanmış ağacı anlatırken ağlayan ağaç diyen; yağmura mavi rengi giydiren kelimeler cümbüşüdür dönüşüm şiiri. İki kelimeyi öylesine yan yana getirir ve birleştirir ki, işte ölümsüz ve mükemmel sözü, pırlanta mısrayı yakalayıp sunar şiir. Şair iki kelimeyi sade yapısından alır, onları dönüştürür ve onlarla söylenmemişi söyler, görülmemişi, duyulmamışı haykırıverir.

Şiir, günü geleceğe; dünü bugüne ve bugünden yarına taşıyandır. Bu taşıma sırasında zamaneye de ayak uydurmaya çalışır. Fakat bozmadan, bozulmadan bir çalışmadır bu. Şiirin taşımacılık görevi, en mübarek görevlerden birisidir. Şimdi, soğan kabuğu manzumecisi ham şair, "bunlar benim duygularım, kime ne?" deyip homur homur homurdanırken bile şiir, onu dahi hoş görüp, kristalize olmuş söylemleri varsa o şiir yıkıntısından, o ham ve çürük fileden o kristalize dizeleri alıp çıkarır. Vefasız değildir şiir. İnsan şiire ne kadar vefasız olursa olsun, şiir asla vefasızlık yapmaz.

Unutmadık

Yaralı bayramlar geçti
Mevsimler, bütün anlamlarıyla
Yüreğin koyu yerinde birikenler
Kendi takvimleriyle gelip geçtiler
Gelip geçti şehirler ve ölüler
Unutmadık
Topraktan çoban yıldızına değin
Hey yer
Her şey
Mümkündü
Nazım kadar coşkulu
Aragon kadar âşık
Lorca kadar yaralıydık
Unutmadık
Orada bir coğrafya yağmalanıyor
Orada gazetelerin ofset baskısı
Orada yeniden yazıyorlar 835 satır
Ve umudunu kaybetmeyen şehirler
Gökyüzünün karanlık kefeniyle örtük
Yıldızların delik deşik ettiği ölüleriz
Adsız ölüleriz
Adları bir coğrafya ile yan yana yazılan
Gövdelerinizi unutmadık, unutmadık hiçbirinizi
Savaşlar ve pazarlar çağıydı
Aynı silahlardı kullandığımız
Aynı çarşılar aynı kandı
Sevgiye ve kurşuna açılmayan yüreklerden geçtik
Pusu yataklarından, dağılmış bahçelerden
Viran tarihten
Uykuları çevik, namlularını oğulları gibi seven
Çocuklar gibi kusup
Kırda gelincikler gibi gülümseyen
Müsademe çocuklarını gördük
Geçip gidiyorlardı
Tarihin en uzun gecesinden
Pazarlarda aynı kan
Aynı paranın değiş tokuşunda
Karanlık çarşılar
Aynı kanlı tarih her defasında
Bir biz kaldık bu kadar içindeyken hayatın
Ölüme yakın duran
Bir de on binlerin korosunda haykıran
İntifada intifada intifada
İki güzelliğimiz vardı bizim
Ufkumuzdan inen
Ve bir daha geri dönmeyen iki güzelliğimiz
Birini kurşunlar, ötekini ofset baskılı resimler aldı
Otuz üç kurşun sıkıldı her birimize
Kutuplar kadar uzak, baba ocağı kadar yakın
Doğunun gündüz ve gecelerinde
Otuz üç yıldız
Hala ışığını gönderiyor bize
Birkaç çakmaktaşı cebimde gezdirdiğim
Birkaç karanfil
Yol için ipek, uyku için maya
Kalbiniz için
Kara bir yemin gibi çırılçıplak
Kelimeler getirdim
Kaybolmuş yüzyılların vatanında
Ölümün erken takibe aldığı çocuklar
Dağlarda değilim sizinle birlik
Yalnızca mataranıza su vermeye geldim
Nazım kadar coşkulu
Aragon kadar âşık
Lorca kadar yaralı
Serap ile hakikat arası
Çağın aşamadığı uçurumlarda
Gider gelirim gider gelirim
Efsanelerin çeşitlendiği yol ağızlarındaki büyük kamaşma
Anda gizlenen zaman
Ateşin avesta dili
Bitkiler, otlar, kökler
Dağlanmış dil, narın rengi
On binlerin dönüştüğü uğuldarken
Doğunun yeni defteri
Topraktan çoban yıldızına değin
Her yer her şey karanlık bir pusuda
Yazının, tekerleğin, tarihin
İlk çocuklarından
Ey büyük Mezopotamya
İki bin yıllık gece
Dön geri bak
Kardeşlerim ölüyor kalbimin doğuşunda: Murathan Mungan
 
Ebemkuşağı
 
Beyaza dokundum ilkin
Bir yalnızlık bir üşüme düştü dilime
Bıraksalar kopuverecektim
Hep sırtından hançerliyordu ışığı
Ölüm vardı kollarında
Hiç sevemedim siyahı
Yorgun bir sonbahar düştü yüreğimin dallarından
Sarıda ıssız buğday tarlalarım
Ve romatizmalarım
Biraz hüzündü kahverengim
Paslı kiremitlerden damlayan gözyaşlarıydı zaman
Yosunlandı ellerim
Hiç tanımıyordum pembeyi
Yabancı bir gülümsemeyle baktı ağaran saçlarıma
Ağlayıverecektim
Yârin gözlerine sürdüm moru
Kekre aşkların gün bitimi ayrılıkları kanasın istedim
Böyle renk görmedim
Yüreğim bozkır alevi sevdalarla kundaklandı
Biraz özlem biraz aşktı kırmızı
İçimde o bildik sızı
Gözlerinde gördüm çağla yeşili
Sevişmeye çağırıyordu
Sarıyla mavinin gayrimeşru çocuğu
Düşlerimi amansız yolculuklarla boyadım
Denizler yağmalarken bu rengi
Durmadan büyüyordu mavi
Ayıklayıp içlerinden siyahı
Karıştırdım bütün renkleri
Bir ebemkuşağı aldım elime
İp atladım doyasıya sevgilimle… Eşref Karadağ
 
Ebabil
 
Alıp içinde sesler uçuşan bu akşamdan
Hafızamı bir deniz kıyısına çeken yol,
Aydınlık rüyaların peşine düşen gondol
Mavi bir denizde yüzer gibi yanan şamdan.
Tuşların üstünde karanlığın heyulası
Ve birden kalbe çırpınışlar veren hatıra.
Çekmede beni saadet dolu dünyalara
Mine parmaklarında sedalaşan hülyası.
Sıyrılmada gözlerimden yıllarca geceler
Ve yalnız kalmada bir yaza ram olan sahil,
Uçuşmada gökyüzünde bir sürü ebabil:
Sevgimi ve hasretimi ebedi kılan yer.
Açık panjurlarından seslerin dökülüşü..
Bir göl mü ürpermede ruhun uzaklarında?
En yakın sevgiyi duymayan dudaklarında
Her yaşayıştan daha güzel olan gülüşü.
Ilık gölgelerde uyutup düşünceleri
Beyaz etekler ile bana göründüğün an
Ve kapıları yeşil sabahlara açılan
Sıcak tahayyüllerle dolu yaz geceleri.
Renkli fanusların altında doğan dünyası,
Omuzlarında ay ışığından örgülerle
Eklenmede içime hasret kaldığım yerle
Mine parmaklarında sedalaşan hülyası… Erdi Çalışkan
 
Ey Ankara
 
Ey Ankara
Sevdanın başşehri
Gözyaşlarımı mı bıraktım sana
 
Ey Ankara
Acımın şehri
Ayağına getirdim denizleri
Martılarım yaşar sokaklarında
Hüznümün nefes alışlarını
Getirirler bana
 
Ey Ankara
Yazgım
Sevdamı yazdığım
Sanma ki özlem sana
Irmağımın bir kolu
İçinden akar
İçinde yaşar hasretim
Ve ovalarını besler
Bereketim
 
Ey Ankara
Uzayan soluğum
Bir parçamı baraktım ben sana
Ayazında üşümek
Ateşler içinde yanmaktı
Ki bıraksalar
Tüm şehir bize ağlayacaktı
 
Ey Ankara
Bitmeyen sizim
Kanım
Biz artık adımlarımızı
Sende atıyoruz hep
Sana çıkıyor yolumuz
Aç kanatlarını
Uzat ellerini bir
Tüm acılarımız
İçinde yeşerir
 
Ey Ankara
Kara anım
Gözyaşlarımı baraktım ben sana… M. Akif Gülal
 
Kendime Notlar
 
Sonsuz bir bilinmeyenle baş başa kaldım
Artık 10 üzerinden 10 alamıyorum matematik dersinden
Eskiden
Problemleri hesap makinası olmadan çözebiliyordum
Şimdi her yanımda çözümsüzlük hâkim...
Kendimi en iyi ifade ettiğim yer klavyenin üzerindeki tuşlar
Bir özlemi anlatıyorlar klavye üzerindeki harfler...
Ben seni düşünerek o harflerle kelimeler ve cümleler üretmeyi öğrendim...
Ama seninle seni yaşamayı bir türlü öğrenemedim
Çünkü yanımda değilsin/değildin...
Olsan ne değişir yaşamımda bilmiyorum
Ama belki özlemlerim son bulacak
Belki de içimde tutuşan bu ifade edilemez tutku...
Sonuçta her şeyi sana bağlıyorum
Sonsuzluğun içinde olan sana...
Ne zaman çıkıp geleceksin o perdenin ardından...
 
Sen hayallerimde yaşattığım
Ama bir türlü doğmayan
Güneşimsin,
Hep düşündüğüm
Ama bir türlü denizlere yetiştiremediğim
Irmağımsın,
Dallarında yeşillendirdiğim
Ama bir türlü meyveye çeviremediğim
Ağacımsın,
Çıkageleceğin gün belki hiç olmayacak
Belki de olduğunda geldiğinde ben olmayacağım
Ama her yağan yağmur damlasında,
Islanan her toprak tanesiyle seni hissedeceğim...
Toprak olacağım hiç bir damlanı kaçırmamak için,
Ağaç olacağım yapraklarımla, dallarımla, köklerimle
Seni ruhumun derinliklerine çekmek için...
 
Sonrasında kar olacaksın üşüyeceğim
Sarmalayıp seni üzerime
Hissederek seni bedeninle ısınacağım...
Yapraklarımı dökeceğim üzerimden
Her bir tanenle seni hissetmek için
Kollarımı açacağım sana
Bembeyaz örtünle kaplayacağım gövdemi.
Islanacağım
Islandıkça sen olacağım.
Bitecek hasretim kısa süreli de olsa...
Mevsimlere bağlayacağım kendimi,
Seni; mevsim mevsim,
Ay ay, gün gün,
Saat saat yaşamak için...
Çık gel neredeysen
Özlemlerimin başlangıcı olan
Çık gel artık neredeysen... Murat Tali
SERVET SELVİ
 
Editör: TE Bilisim