İnsanoğlunun tanıştığı en eski işlerden biri yöneticiliktir. İnsanoğlu yeryüzüne ayak bastığı andan günümüze kadar hep yönetimle içiçe olagelmiştir. İnsan, fıtratı gereği “yöneten”-“yönetilen” sosyal bir varlık olduğu için kendi kendine yetecek güce sahip değildir. Bundan dolayı toplumsal ihtiyaçlarını karşılamak üzere işbirliği içine girerek, yönetim işinin bir parçası olmuştur. İnsan, yöneten veya yönetilen olmaya mahkûmdur. Bunun en büyük kanıtı, bütün Kutsal Kitaplar’ın yönetilen ve yönetenlerden söz eder olması gösterilebilir.
Geniş bir kamusal ihtiyacı karşılamak üzere biraraya getirilen insan ve madde kaynaklarının, en etkili ve verimli bir şekilde kullanılmasını sağlayan faaliyetlerin nasıl olabileceğini ortaya koyan bir bilim ve sanat olan yönetim, tarihin her döneminde ve her toplumda insanoğlunun dikkatini çekmiştir.
Gerçekte dünyanın en eski işi olan yönetim, aslında dünyanın en yeni sayılabilecek bilimlerinden de biridir. Hatta ülkemizde bu işin bir bilim olup olmadığına ilişkin ciddi kuşkular ve uygulamalar bulunmaktadır. “Yöneticiliğin okulu olmaz.” sözü yöneticiliğin bilim olamayacağına ilişkin düşüncenin anafikri olarak kabul edilmektedir. Bu inancın kaynağı, yönetim biliminin bugünkü anlamda bilim olma kimliğine bürünmesinin on dokuzuncu asrın sonlarında olması ile ilgili olabilir. Yönetimin bir bilim olduğunun anlaşılması ve yönetim biliminin teorik altyapısının ortaya konmasının eski tarihe dayanmaması, bizde böyle bir anlayışın yer etmesine neden olmuştur. Şu anda Türk kamu yönetiminde geçerli olan anlayış, yönetimin hem bilim hem sanat olması gerçeğini yansıtmıyor; “yöneticiliğin okulu yoktur” biçiminde formüle edilebilecek anlayışa uygun görünüyor.
Bu anlayışın, yönetimin bilimselliğini tartışmaya açan bir yaklaşım olduğu açıktır. Oysa bugünkü anlamda bilimsellik kimliğine bürünmeden de yönetimle ilgili birçok eserin kaleme alındığını biliyoruz. Mesela Aristo’nun “Politikası”, Eflatun’un “Cumhuriyet” i, Nizamülmülk ’ün “Siyasetname” si, Machiavelli’nin “Prens” i, Sarı Mehmet Paşa’nın “Devlet Adamlarına Öğütler” i, Farabi’nin “El-medinet’ül Fazıla” sı, İbn-i Haldun’un “Mukaddime” si, ve daha birçok eser, yönetilen-yöneten ilişkisi üzerine görüş ve düşünceleri ölümsüzleştirmek ve yönetimin nasıl daha başarılı olabileceğinin ipuçlarını ortaya koymak için yazılmıştır.
Yönetim biliminin bilimsel olarak ilk defa ele alınması da Osmanlılar döneminde görülmektedir. Batılı yazarlara göre, Osmanlı Türklerinin başarılı bir yönetim faaliyeti sergiledikleri teyit edilmektedir. Osmanlıların uzun yıllar, o çağın ölçülerine göre büyük bir devlet kurup yaşatmalarının kaynağında, bu başarılı yönetim uygulamalarının bulunduğu kabul edilmektedir. Cihan devleti olan Osmanlı Devleti’nin etkili bir yönetimin eseri olduğu, yönetim bilimi kuramcılarınca kabul edilmektedir. “Enderun” denen dünyanın ilk yönetim okulu, uzun yıllar yönetimin sağlıklı bir biçimde ayakta kalmasında önemli fonksiyonlar üstlenmiştir. Böyle bir okul geleneğinden gelen Türk Kamu Yönetiminde, günümüzde, yönetimin okulu olmadığına inanmak kültürel geçmişimizle çelişkili bir durum olsa gerektir.
Yöneticiliğin okulu yoktur anlayışı, eğitim ve okul yönetimi için de halen geçerliliğini sürdürmekte ve eğitim yönetiminin etkisi bu anlayıştan dolayı, her geçen gün, bizim kültürel geçmişimize uygun olmayan bir biçimde azalmaktadır.
İlk yöneticilik dersinin anafikri, yönetim hem bilim hem de sanattır. Öyleyse yönetimin ve yöneticilerin profesyonel bir kimliğe bürünmesi için gerekli düzenlemelerin yapılması hayati öneme haizdir. Ayrıca da yönetimin bir “meslek” olduğu bilimsel gerçeğini yönetim anlayışımızın temel paradigması yapmak zorunda olduğumuzu unutmamamız gerekmektedir.