Yakın tarihimizin tartışmalı konularından biri de Lozan Antlaşmasıdır. Türkiye’de bir kesim,bu antlaşmayı ihanet veya hezimet olarak görürken, bu fikre karşı duranlar ise Lozan’ıdiplomatik zafer olarak tanımlamaktadırlar.

Aslında bu iki bakış açısından bağımsız olarak antlaşmaya bütüncül bir gözle bakıldığında bunun ne “zafer” ne de “hezimet” olduğunu söyleyebiliriz. Bu iki sığ görüşten kurtularak yapılacak bir değerlendirmede esasen Lozan Antlaşması’nın bir uzlaşma metni olduğunu ifade etmek gerekir.

Zira görüşmelerin yapıldığı günlere yani 1923 yılına dönüldüğünde Türk Milleti’nin dört büyük savaştan büyük badireler atlatarak çıktığı gerçeği ile karşılaşmaktayız. İşte bu nedenle TBMM Hükümetitehlikeleri göze alacak hamlelerden kaçınmış,  gücüne uygun bir duruş sergileyerek “uzlaşma” yolunu tercih etmiştir.

Siyasi ve ekonomik sorunlara ek olarakLozan görüşmeleri sırasında Türk tarafını en fazla zorlayan unsurlardan biri de dış işlerinin içinde bulunduğu durumdur. Zira Türk Milleti eskiden beri masada güçlü bir millet olamamış,  dış işlerinde diplomasi geleneğini kuramamış ve oturtamamıştır. Oysa İngiltere ve Fransa gibi emperyalist güçler, çok daha önceden dünyaya yayılmış ve hemen her ülkede dış temsilcilikler, konsolosluklar kurmuşlardır. Böylece dünyada gelişen hemen her olaydan haberdar olunmuş ve buna göre dış politika takip edilmiştir.

İngiltere ve Fransa gibi devletler dış politikada kurumsallaşırken Osmanlı Devleti, böyle bir yolu tercih etmemiştir. İlk başlarda “bir Müslümanın diyar-ı küfürde uzun süre kalmasının sakıncalı” görülmesi nedeniyle elçiler işlerini bitirir bitirmez İstanbul’a geri dönerlerdi. Fakat daha sonraları bu usul terk edilerek diplomatik ilişkileri geliştirmek için adımlar atılmaya başlanmış ve1793’de Yusuf Agâh Efendi ilk daimi elçi olarak Londra’ya gönderilmiştir.

Osmanlı Devleti’nin dış dünya ile modern manada diplomatik ilişkilere başladığı günlerde İngiltere, Fransa ve Prusya gibi devletlersiyasi ve ekonomik güçlerine paralele olarak diplomasi sahasını çoktan ele geçirmişlerdi. Bu konuda masalar kuran, uzmanlar yetiştiren Avrupalılar, diplomasiyolunu kullanarak sömürge toprakları elde etmişler, zaman zaman da Osmanlı Devleti’ni kendi etki alanlarına çekmeye çalışmışlardır.

Dış işlerinde kurumsallaşmasının gecikmesi Osmanlı Devleti’ni zor durumlara düşürmüştür. Mesela II. Mahmud dönemine kadar yabancılarla yapılan görüşmelerdetercüman olarak Rum ailelerden yararlanılmış fakatdaha sonra tercümanların yanıltıcı bilgiler verdiği anlaşılmıştır.Bab-ı Âli 1821 yılında, Tercüme Odasını kurdurmuş ve böylece tercüman yetiştirilmeye başlanmıştır.

Diplomasinin önemini geç anlayan Osmanlı Devleti kazandığı savaşlardan dahi yeterince fayda temin edemeden masadan kalkmak zorunda kalmıştır. Bunun en güzel örneği 1897 Türk-Yunan Savaşıdır. Zira savaşı kazanan Osmanlılar, Atina’ya kadar girebilecek durumda iken büyük güçlerin araya girmesi üzerine ele geçirdiği Teselya’yı dahi boşaltmak mecburiyetinde kalmıştır.

Birinci Dünya Savaşı’nın ardından başlayan Milli Mücadele ve devamında yaşanan Lozan görüşmelerinde de yukarıda örnekleri verilen durumlara benzer gelişmeler yaşanmıştır. Yeterli sayıda diplomatı olmayan, gerekli istihbarat ağını kuramayan, rakip devlet temsilcilerinin masa başı hamlelerini tam manasıyla kavrayamayan Türk heyeti, Lozan görüşmeleri sırasında çok zorlanmış, geçmişten gelen hata ve eksikliklerin adeta sorumluluğunu yüklenmek durumunda kalmıştır.

Neticede uluslararası bir antlaşmayı“hezimet” veya “zafer” olarak nitelemek veya bunun üzerinden ideolojik kamplaşma yaratmak sağlıklı bir yaklaşım değildir. Ziradiplomasi tecrübemizin rakiplerimize nazaran yeterli seviyede olmadığı unutulmamalı ve buna göre değerlendirme yapılmalıdır.