Aile toplumun en küçük parçasıdır; toplumun özüdür.  Anayasa’nın 41. Maddesi de, ailenin Türk toplumunun temeli olduğunu ifade ediyor. Ne var ki Anayasa’nın bu maddesinde yer alan “Ailenin reisi erkektir” ibaresi 2001’de yapılan bir değişiklikle “eşler arasında eşitliğe dayanır” biçimine getirilmiştir.İlgili maddeye göre Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması için gerekli tedbirleri almakla yükümlüdür. Anayasanın bu hükmüne göre ailenin yönetim sorumluluğu eşler arasında paylaşılmaktadır. Acaba bu paylaşımın biçimi nasıl olacak? Bu sorunun ayrıca ele alınması gerekir.

 

Öte yandan sosyolojik olarak da toplum ailenin sağlamlığı oranında güçlü olabileceğini biliyoruz. N. Topçu’nun dediği gibi, her insan- pek az istisnasıyla- doğduğu andan hayatının sonuna kadar bir ailenin ferdi olarak kalır. Ailenin önemi ise insan hayatının ve terbiyesinin dayandığı temel müessese oluşundan ileri gelmektedir. İnsan hayatının dayandığı bu temel kurumun zayıflaması, bozulması toplumların geleceğini tehlikeye sokar. Nesil üretmesi aile dışında da olabileceğine göre bir gün ailenin ortadan kalkması mümkün mü? Bu soruya kesinlikle “hayır” cevabını verebiliriz. İnsanlık tarihinde ailenin bulunmadığı hiçbir zaman olmamıştır. Nitekim ailenin ortadan kaldırılmasına yönelik bazı uygulamaların sonuç vermediğini biliyoruz. Ailenin gereksizliği konusunda uzun yıllar öncesinden beri değişik görüşler ileri sürülmüşse de(Platon, Linten, Weber), hatta İsrail’deki Kibbetz’lar, SSCB’deki Kolhozlar ve Çin’deki Komün’ler gibi girişimlerde bulunulmuşsa da aileyi ortadan kaldırmak imkânsız olmuştur(1). S. H. Bolay da bu konuda şunları ifade ediyor: Aileyi ortadan kaldırmak isteyen anlayış, her şeyden evvel insanı hayvana indirgemek isteyen, insanla hayvan arasındaki mahiyet ve yapı farkını inkâr eden tabiatçı felsefelere dayanmaktadır. Fakat tarihin hiçbir devrinde aileyi kaldırmak mümkün olmadığı gibi, insanı da hayvana indirgemek mümkün olmamıştır.

Aile başlı başına bir sosyal ve insani değerdir. Ailede ve toplumda “bencillik” ten, “ben” likten, “biz” olmaya, sosyalleşmeye doğru yola çıkılmış olur. Hedef insanın, ailenin ve toplumun ahlâki bir seviyeye ulaşması, insanileşmesi, huzurlu olması ise, bunun da yolu ferdin geneli tanıdığı, fert üstü düzenlere bağlandığı dolayısıyla ahlâkileştiği, insanileştiği aileyi kuvvetlendirmektir; sarsmak veya yıkmak değildir. Aile milli kültürün şekillendirdiği ve milli kültürün yaşanıldığı en küçük toplumsal kurumdur. Bu kurumu zayıflatacak her yeni düşünce ve oluşun toplumsal yapımızı zayıflatacaktır. İstanbul sözleşmesi de toplumsal yapımızı zayıflatacak hükümleri ihtiva etmektedir.

İstanbul Sözleşmesi ve bunun uzantıları aileyi sarsmak ve yıkmak gibi bir hedefe kilitlendiği anlaşılmaktadır. Aile “ana-baba” ve çocuk(lar)dan oluşur anlayışı, toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelim gibi ifadelerle yıkılmak isteniyor. Yani çocuğunuz sizin karşınıza üçüncü cinsiyetle gelse bunu onun özgürlüğüne mi sayacaksınız? Ailede şiddeti önlemenin tek bir yolu var: EĞİTİM!.. Eğitim düzeyi yüksek ailelerde de şiddetin olduğunu diyorsanız, derim ki öğretimle eğitimi karıştırmamak gerekir. Eğitimli kişi bildiklerini davranışlarına yansıtan kişidir; üniversite diploması olan kişi değildir. Kadına şiddet uygulayanların hiçbiri İstanbul Sözleşmesini okuyarak kadına şiddet uygulamamıştır. Almış olduğu eğitimin etkisiz olduğu için kadına şiddet, hayatımızın bir parçası olmaya devam ediyor. Özgürlük adına Türk ailesinin yozlaşmasına göz yummak hiçbir aklı başında adamın(insanın) isteyeceği bir şey olamaz. İstanbul sözleşmesi Türk ailesinin yozlaşmasına sebep olacağından dolayı yürürlükten kaldırılması iyi oldu. Ancak bu metnin uzantısı kanunun da yeniden elden geçirilmesi elzemdir. Burada bir öneri ile sözümüzü noktalayalım. En kısa zamanda bir “aile sempozyumu” toplanarak bu konuların özellikle İstanbul Sözleşmesi ve Türk ailesi konuları ayrıntılı bir şekilde tartışılmasının önemli olduğunu düşünüyorum.

(X)Oya Tuncer, Çocuk ve Eğitim, Ankara; TED Yayınları, sf.6, 25-26 Ekim 1979, 3. Eğitim Toplantısı).