Tanzimat Fermanından sonra II. Mahmut devrinde açılan rüştiye mekteplerine öğretmen yetiştirmek amacıyla 16 Mart 1848 yılında İstanbul’da üç yıllık olan Dârülmuallimîn adıyla öğretmen okulları kurulmuş, öğretmen okulları kurulduktan sonra öğrencilerini ve ekmeklerini ellerinden aldıkları gerekçesiyle medreseli hocalar, mektepli hocaları kıskanmaya, onlarla rekabet etmeye başlamışlardır. Fakat neticede her iki kurumda yetişen kişiler hoca sıfatını taşımış, insanları eğitmekle sorumlu olmuşlardır.  

Hoca kelimesi Farsça hâce (hâcegan) sözcüğünden bozmadır. Efendi, ağa, çelebi, hükümdar, sahip, muallim, profesör, öğretmen, müderris anlamları vardır. Burhan-ı Katı’da bu ifadelerin yanında kethüda, aziz, muazzam, koca, yaşlı, hakim, vali, sahip-i cemiyet, ruh ve can manaları da verilmiştir. Hatta hoca kelimesinin Huda (Tanrı) sözcüğünün bozulmuş hâli olduğunu iddia edenler de bulunmaktadır. Tüm bu kavramlar hoca kelimesine anlam zenginliği katma ve bütün bunları bir kişisinin şahsında birleştirme gayretinden kaynaklanmaktadır. Hoca kelimesi birçok manevi vasıfları şahsında toplayan üst kimliğin ismi olmuştur.

Batı’da pedagoglar (öğretmenler) asillerin çocuklarını eğitmek için kölelerden oluşturulmuş olmasına rağmen bizim tarihimizin hiçbir döneminde asla böyle bir düşünce olmamıştır.

Toplumda öğretmenlerin itibar kaybetmesi Osmanlının son dönemlerinde ise iyice hızlanır olmuştur. Nabi  1701 yılında yazmış olduğu Hayriyei Nabi adlı eserinde hocalık mesleğinin he mesleğin önünde olan bir meslek olduğunu dile getirirken, Nabi’den doksan yıl sonra 1791 yılında Lütfiyye adlı mesneviyi yazan Sümbülzade Vehbi, hocaların çoğalarak değer kaybettiğini, onların sadakaya muhtaç olduğunu, dilenciler gibi geçici bir gölge kadar ikbal sahibi olduklarını, birçoğunun evini besleyemediğini, bütün işlerini veresiye üzerine kurduklarını, işe yaramaz kuru giyim kuşamla, gösterişle aslı olmayan boş bir debdebe içinde olduklarını, borca girmezlerse aç kalacaklarını beyan ederek oğlundan hoca olmaya meyletmemesini istemiştir.

Hocaların bu itibar kaybı aynı zamanda insanların eğitime, bilgiye verdikleri önemin işareti olmuştur. Bir harf öğretene kırk yıl köle olamaya hazır zihniyetten haddini bilmeyen, dışarı atılması gereken bir kişiliğe dönüştürülmeye çalışılmıştır.

Artvin’in Kemalpaşa İlçesinin yeni atanan kaymakamı, ziyaret ettiği bir lisede kendisine hoş geldin diyerek elini sıkmak isteyen öğretmene sen kimsin haddini bil diyerek sınıftan kovması eğitime ve eğitimciye verdiğimiz değerin en dip noktaya vardığının göstergesi olmuştur.

Cahillerin bürokrasiyi işgal ederek oradan bir güç devşirip bunu vatandaşa yansıtmaları demokrasinin en büyük tehlikeli hâlini oluşturmaktadır. Çünkü tarihte çoğu zaman devletin erkini arkasına alan kişiler, silahın gücü ile ilmin gücünü gölgede bırakmışlardır.

Makamın gücünü kendisi egosu hâline getiren kaymakam, şişirilmiş egosuyla kendini bir mabed olarak görmekte ve bu mabede destursuz (abdestsiz) giren kişileri ilahi makamdan kovma yetkisini kendisinde bulmaktadır.

Sayın kaymakam, daha sonra öğretmenden özür dileme erdemini göstermişse de bu davranış, kaymakamın isteyerek yaptığı bir eylemden ziyade toplumun kendisine yapmış olduğu baskıdan ve makamını koruma içgüdüsünden kaynaklanan bir hareket olmuştur.

İşin hüzünlü tarafı ise Batılılar kölelerden (pedagoglar) öğretmen yapıp onları yükseltirken biz manevi bir kimlik verip yüksek değerde tuttuğumuz öğretmenlerimizi köleleştirmeye, onlara ikinci sınıf vatandaş yapmaya doğru hızla gidiyoruz.

Allah sonumuzu hayreyleye (Âmin)