“Geleceğinden hiçbir şekilde emin olmayan bir kuşak var karşımda, bunun farkındayım. Hepimiz giderek kendimize ve dünyaya yabancılaşıyoruz ve bunu modernlik kisvesi altında yapıyoruz. Modern birey ve onun bitip tükenmeyen çatışmaları…”

Bu sözler 1975’te ölen Hannah Arent adındaki bir filozofa ait! Bu sözler, günümüz insanı için aynı ile geçerli; hele 1990’lı gençler için çok daha geçerli! Modern birey ve onun bitip tükenmek bilmeyen çatışmaları, kendine ve dünyaya yabancılaşmasına neden olmaktadır. Yabancılaşan insan, yolda kalabalıklar yüzünden zar zor yürümesine rağmen, yine de yalnızdır. 8000 kişilik yerleşkede gençlerin çoğunluğu yalnızlık çekiyor, çünkü kendisine ve başkasına yabancılaşan bir gençlik grubundan söz ediyoruz. Bu durum aslında yeni bir durum değil; ilkçağda filozof Diyojen de aynı durumu yaşıyordu. Güpegündüz güneşin en parlak olduğu bir saatte mum yakmış gezinirken, bunun ne hal olduğunu soranlara “İnsan arıyorum!” diye cevap vermesi, onun da kendisine ve dünyaya yabancılaştığının işareti gibiydi…

İki üç kişilik gruplar halinde yürüyen insanların hepsinin cep telefonları ile konuşuyor olmaları veya telefonlarının kulaklıklarından bir şeyler dinliyor olmaları, onların kalabalıklar içinde yalnız olduklarını, dolayısıyla kendilerine ve dünyaya yabancılaştıklarını ortaya koymaktadır. Kendine yabancılaşan birey, öncelikle kendisiyle problemler yaşamaya başlar yani kendisiyle yabancılaşır. Kendine yabancılaşan bireyin, dünyaya yabancılaşmaması mümkün olabilir mi? Özellikle teknolojik gelişmeler, insanın yabancılaşmasında en önemli etken olarak karşımızda durmaktadır. Teknolojik gelişmelerin insanın mutluluğuna olumlu katkı yapmasına karşılık, olumsuz etki ettiği gerçeğini de unutmamak gerekir.

İbn-i Haldun, teknolojik gelişmeler arttıkça, toplumsal ahlakta gerilemenin ortaya çıkığını söylüyor; haklı değil mi? Kendisi ile yabancılaşan bireylerin ahlaken iyi yerde durduklarını söylemek ne kadar doğru? Kendisiyle yabancılaşan ve teknolojik araçlarla “özdeşleşen” birey, ne kadar sağlıklı olabilir ki? İnsanın yabancılaşması, onun fıtratına uygun olmayan, sanal bir “kişilik” kazanması sonucu ortaya çıktı. Bunun tersi de doğrudur; insan “sanal bir kişilik” kazandığından, önce kendine, sonra da dünyaya yabancılaştı!. Yabancılaşan insanın mutlu olmasını beklemek boşuna bir beklentidir.

Çünkü doğal mecraından çıkan insanın, mutlu olması güç, hatta imkansızdır. Böyle olmasına rağmen, çocuk ve gençlerin bütün hayatlarını teknolojiye mahkum etmek, onlara iyilik olabilir mi? Aileler, çocuk ve gençleri yeterince bu yanlışa itiyor, buna karşılık okullar da bu konuda ailelere yardımcı(!) oluyor. Akıllı tahtalar, tabletler, vs… Şimdi insanımızın daha da yabancılaşmasını rahatlıkla görebilir ve bundan mutlu(!) olabiliriz… Kendisi ve başkası ile yabancılaşan bireylerin “özgürlük” anlayışının da gerçekçi olamayacağını söylemek gerekir. Özgürlük için öncelikle “yabancılaşmamış”, kendisi ve dünya ile barışık bir kişilik sahibi olmak gerekir.

Kendisine yabancılaşan birey, hangi alanda nasıl bir özgürlük isteyeceğinin farkına varamaz. Mesela sadece “müstemleke” ülkelerine mahsus olan “bir ülkenin bütün gençlerini bir yabancı dilin esaretine mahkum etmek” uygulamasına niçin karşı çıkılmaz? “Taksim meydanını” böylesi özgürlükler için kullanmak niçin kimsenin aklına gelmez? Gelmez, çünkü bu uygulama “yabancılaşan gençlerin” daha da yabancılaşmasına yardım etmektedir. Bu da onlar için bir sorun değildir. Geleceğin toplumunu sağlam bir zemine oturtmanın temeli; kendine yabancılaşmamış, kendisinin ve kültürünün farkında olan, dünyayı da tanıyan ve dünyaya nizam vermeye talip gençleri yetiştirmektir. Gerisi kolay… İşe buradan başlayan bir eğitim sistemi, kendi ile barışık insan yetiştirebilecek bir sistemdir, unutmayalım…