Zaman ne çabuk geçiyor!
2000 yılına girdiğimiz günleri hatırlıyorum.
Milenyum çağına girdik diyerek ne de çok sevinmiştik. Milenyum Çağı da neyse artık? Sanki daha önce o çağa girip çıkan varmış, gitmiş görmüş gibi bir umut fırtınası esmişti dünyada... Sihirli bir değnek değecek, dünya da kötülüğe dair ne var ne yok düzelecek sanmıştık.
Düzelen bir şey olmadı elbet.
Hatta daha da berbat!
En son, yılda 400 kadının erkekler tarafından katledildiği, gizli bir savaşın başladığına bile tanık olduk.
İşte bu yüzden geçmişi özlüyorum. Büyümek için beşer, onar adım attığımız geçmiş yılları...
70’li, 80’li, 90’lı yıllarda büyüyenler için hayatta kalmanın bu kadar zor olmadığı o yılları...
 
Arabalarda emniyet kemeri takmadan, “aman haa hava yastığı açılır mı?” kaygısını yaşanmadan babalarımızın, dayılarımızın yanında ön koltukta oturduğumuz eğlence dolu o yılları...
 
Sadece araba yarışlarında gördüğümüz kasksız bisiklet kullandığımız o yılları çok özlüyorum.
 
Aldığımız oyuncaklarda acaba “ Çin malı mı,  zehirli madde mi var, kimyasal madde mi?” Var diye sorgulamadan oyun oynadığımız o günler ne de tatlıymış meğer.
 
O zamanlar ne prizlerde, ne kimyasal ev temizleyicilerinin üzerinde, ne de araba kapılarında çocuk kilitleri yoktu.
Hatta su şişeleri de yoktu... Üşenmeyenler eve ya da komşuya gider isterdi bir bardak suyu. Yoksa  bahçe hortumları neyimize yetmezdi...
Düzenli yemek saatleri, kalori, vitamin hesaplama hak keza!
Sabahtan akşama kadar salçalı ekmek, ekmek arası beyaz peynir, komşu bahçe ağaçlarından toplanılan meyveler en şahane menüydü...
Yeter ki hava kararmadan eve dönmeyi bil...
 
Ki o zamanlar cep telefonu da yoktu. Kimse kimsenin nerede olduğunu bilmezdi ama her şeyinden haberi olurdu.
 
Düşerdik, iterdik birbirimizi...Yaralanırdık, kolumuz, bacağımız kırılırdı. Kafamızın bile arkadaşlarımız tarafından yarıldığı olurdu belki bağırır çağırırdık ama kimse bu yüzden mahkemeye vermezdi birbirini.
 
Çatlayana kadar tatlı yerdik. Annelerimiz saklardı baklavayı, çikolatayı, biz ne yapar ne eder gider onları saklandığı yerde bir güzel yer bitirir ama şeker hastası olmazdık. Çok nadirdi aramızda şişko olanımız. Aksine yer yer kilo almazdık. Cılız çocuklardık biz.
 
Bir çayı, yada bir ayranı, yada bir bardak limonatayı aynı anda, aynı bardaktan beş çocuk birden hüpletirdik ama mikrop da kapmazdık.
 
Mesela ben; çocukken antibiyotik kullandığımı hiç hatırlamıyorum! Bizim evde en şahane ilaç Aspirin’di!
Boğaz ağrısı var antibiyotik kullanmadı diyerek ölen bir çocuğu  hiç hatırlamıyorum. 
 
Her yere yürüyerek gider, arkadaşlarımızın evlerine mutlulukla girer tecavüze, tacize uğramak aklımıza gelmeden güven içinde oynardık. Korkmadan komşu, akraba kapılarını çalan çocuklardır biz.
 
Oyuna alınmadığımızda, psikolojik travmalar yaşamazdık. En çok yaptığımız mızıklanmaktı!
 
İnternetimiz, tabletimiz, Playstationumuz, Nintendo 64, Video oyunlarımız, Dolby Surround, yada AVM’ler de ki oyun salonlarımız yoktu bizim. Ama bilgisayar gibi, oyun odaları gibi çokça  arkadaşlarımız vardı.
 
Bazılarımız çok çalışkan, bazılarımız tembel olurdu. Ama böyleyiz diyerek Psikoloğa ya da Pedagoğa götürmezlerdi bizi.
Hiç birimizde, iletişim sorunu, Dislexia, hiperaktivite, konsantrasyon, depresyon sorunları yoktu. Mesela okulumuzda Otizmli bir arkadaşımın olduğunu da hatırlamıyorum.
En çok “ Bizim haylaz sınıfta kaldı.” Denilir sınıf tekrarı yapılırdı.
 
Kardeştik, gerektiğinde bizden küçüklerin bezlerini yakardık. Bakkala gider ekmeği, sütü alırdık.
Bu bize angarya gelmezdi. Aksine annelerimize yardım etmek bizi mutlu ederdi. İşe yarıyor olmak gururumuzu okşardı.
Belki şimdi ki çocuklar gibi kucağa alınıp hoplatılıp zıplatılıp sevgiye boğulmazdık ama bilirdik ebeveynlerimizin bizi çok sevdiğini.
 
Arkadaşımızdan dayak yedik diyerek zırt, pırt okula şikayete giden ebeveynlerimiz de olmazdı. Çünkü ispiyonlamanın eziklik olduğunu o yaşlarda anlamıştık.
 
Özgür ruhumuzla o ağaçtan o ağaca, o sokaktan diğerine koşuşturup dururduk.
Elbette aramızda şımarık, kıskanç, haset, hırslı olanlarımız vardı. Ki kişilik bu... Değişmez! O hep aynıdır.
Misal; ikinci dereceden çok kıskanç ve fesat bir kuzenim vardı. Sürekli kıskanırdı beni. O çocuk  yaşında koca kadınlar gibi laf sokar dururdu. 
Hiç sevmezdim. O da hiç değişmedi. Bende... Hala hiç sevmiyorum.
 
Kısacası, biz çevreden gelen korku duygusunu yaşamadan, korunaksız, özgür davranan, bize verilen görevleri bitirmek için çabalayan, üzüntülerimizi yeri geldiğinde paylaşan yeri geldiğinde de saklayan, sevgi dolu güleç çocuklardır.
 
Şimdi hiç bir şeyin tadı yok. Yediklerimizi, içtiklerimizi, gördüklerimizi geçtim, insanların da tadı yok!
O günün gülen çocuklarına ne oldu?
 
Sahi ne yaptılar bize böyle?