Avrupa’nın Hristiyanlaşması yaklaşık bin yıl kadar sürerken, İslamiyet ortaya çıkmasından hemen iki yüz yıl Avrupa’nın bin yılda yapmış olduğu alan kadar kendine gelişim alanı bulmuştur. İslamiyet’in bu kadar hızlı yayılması neticesinde Avrupalılar endişeye kapılmış, bir yandan İslamiyet’in kılıçla yayıldığını iddia gederken diğer yandan İslamiyet’e karşı ittifak oluşturmaya, onu incelemeye, onun hakkında reddiyeler yazmaya başlamışlardır.

Tanzimat’a kadar Osmanlı, Batı’ya tepeden bakmış, ona kibirle yaklaşmış, onu daima küçümsemiştir. 1669 yılında Sultan IV. Mehmet’in Süleyman Ağa vasıtasıyla Paris’e göndermiş olduğu mektup macerasında Fransız sarayında yaşanan hadiseler Osmanlı insanının dik duruşunu net bir şekilde göstermektedir.  

Fransız Tarihçi Jean- Fronçois Solnon, Osmanlı İmparatorluğu ve Avrupa adlı eserinde bu olayı şöyle anlatmaktadır:

“XIV Louis, onu (Süleyman Ağa’yı) ihtişamlı bir şekilde karşılamak istedi. Kamuoyu Osmanlı temsilcisini aylardır bekliyordu. Kraliyet ailesi Boğaziçi’ndeki adetler konusunda birçok kişiyle görüşmüştü. Protokol sorumluları Doğu usulü bir kabul hazırlamanın daha ustaca olacağına kanaat getirdiler ve hariciye nazırı Hugues de Lionne’a yabancıyı karşılamak üzere alaturka uzun bir entari giymesini önerdiler. Kralın huzura kabul 5 Aralık gün Saint-Germain-en Laye’deki yeni şatonun büyük galerisinde gerçekleşti. Burası kraliyetin elindeki en güzel halılarla süslenmiş, yerler kilimlerle kaplanmıştı. Baştifatçı M. De Saintcot’nun bildirdiğine göre salonun kenarları gümüş kaideler üzerine oturtulmuş ve değeri yirmi milyonu aşan büyük gümüş vazolarla bezenmişti.

Nazırı gibi giyinmek zorunda olmadığını düşünün kral, Doğu şatafatıyla rekabet etmek amacıyla, sırtında altın bir borokarla, gümüş bir tahtın üzerinde tüm ihtişamıyla belirdi, üzeri o kadar çok sayıda elmasla kaplamıştı ki sanki bir ışık hâlesi içindeymiş gibi görünüyordu. Onun yanında yer alan kardeşinin Dük d’Enghien’in üzerindeki mücevherler de ışıl ışıldı. Sergilenen bu şatafat karşısında, içi samur zerdeva kürkünden bir elbise, beyaz saten bir ceket giymiş ve beyaz muslin bir sarık sarılmış kırmızı kadifeden bir başlık takmış Süleyman Ağa, dalgın ve küçümseyen bir havada, mermer gibi durdu. Tahtın dibinde ne yapacağına karar verememiş gibi durunca bir olay çıkmasına ramak kaldı. Kendisine neden durduğu sorulunca, padişahın mektubunu alması için karalın ayağa kalkmasını beklediğini söyledi. Kaskatı kesilen XIV. Louis sert bir şeklide cevap verdi. Sonunda Süleyman Ağa, mektubu majestelerinin dizlerine bıraktı ki bu daha kötü etki yarattı. Fransa sarayının getirdiği mesaja gerekli saygıyı göstermemesinden ötürü çok kederlenen elçi kral tarafından aylarca bekletildiğini yineledi.

Önüne serilen ihtişamı umursamaz bir şekilde davranan Süleyman Ağa, en sonunda saraydakilere Efendi’sinin (IV. Mehmet’in) atının Kral’dan (XIV Louis’ten) daha zengin süslemelere sahip olduğunu söyleyerek saraydan ayrıldı.”

Yılmaz Öztuna’nın da farkı bir versiyonunu anlattığı bu olay, sadece yüzbaşı sıfatı ile Fransa’ya giden, hatta elçi bile olmayan Osmanlı insanın hissiyatını, Batı’ya karşı duruşunu göstermektedir.

Padişahın atının süsünü bile Fransız Kralı’ndan üstün gören bir bakış açısından Malatya örneğinde olduğu gibi yurt dışında yaşama arzusu ile yanıp tutuşan bir gençliğe doğru hızla gidiyoruz, bu zihniyet ile yetiştirilen gençler ile geleceğin Türkiye’sini kurgulama şansımız yoktur. Gençlerimize tarih, kültür bilinci vermeye çalışırken aynı zamanda onlara iyi bir gelecek sunma sorumluluğumuzun olduğunu da ihmal etmememiz gerekmektedir.