Necip Fazıl’da şiir, gaye değil vasıtadır. O, bu vasıtayı kendi tâbiriyle, “Mutlak Hakikat” için kullanmaktadır. Bunun için de şiirin hasına tâliptir. Tebliğci şiiri kaba davulculuk sayar ve şiirin bir “telkin” aracı olduğunu, bunu yaparken insanları en mahrem yerinden yakalayıp şiirin cazibesiyle, o akıl üstü gerçeğe taşıması gerektiğini savunur. Çile'nin sonuna eklediği özel Poetika bölümünde, bu hususu geniş bir şekilde izah eder. Şeklinden diline, muhtevasından hedefine kadar hepsini bir bir anlatırken şu önemli hususlara dikkatimizi çeker: “Şiir düşüncenin duygulaşması, duygunun da düşünceleşmesi şeklinde, bu iki unsurdan her birinin öbürünü kendi nefsine döndürme isteyişindeki mesut med ve cezirden doğar. His fikir olmaya, fikir de his olmaya doğru kıvrımlaşmaya başlayıncadır ki, kıvrımlar arasındaki halkaların içinde, sanat karargâhını kurar.” Bununla da yetinmez; şiirin ana maddesi sayılan ham duygu ile şiire uzak olarak gördüğü kuru düşünceden kurtulmasını, bunu “üstün idrâk” duygusuyla tamamlaması gerektiğini söyler. Ancak, bu idrâkin de kendi varlık şuuruna ulaşmış his ve fikir olarak açıklar. Bunlar şiirin iki özel ana malzemesidir. Fikri ön plana alır ama hissiz olamayacağını da özenle belirtir.

Şiirin şekil ve kalıp hususiyetlerine sahip olması yönündeki düşüncede Necip Fazıl, Yahya Kemal ve Ahmet Hamdi Tanpınar gibi düşünmektedir. “Şair, mutlaka bir şekil ve kalıba bağlı olan; fakat onu aştığı, gizlediği, peçelediği ve mânâyı ve edayı onun arkasından toplayabildiği nispette husûsileşen büyük bir ustadır.” sözleriyle de bunun mahiyetini ortaya koyar. Tabi bunu söylerken de üstün sanatkârlığın, sabit bir şekil ve kalıba bağlılığı içinde her ân, her şiir, her mısra, her kelimede eski şekil ve kalıbını yenilemenin önemine işaret eder.

Din, Batı’da uygarlığın tamamlayıcı bir unsuru olarak görülür. Batılı şairlerde bu tamamıyla böyle ele alınır. Bizde ise uygarlığın bizatihi kendisidir. Ona varmayan hayat kapısı, boşluğa açılır ve insanı, melankoli bir şekilde yalnız ve çâresiz bırakır. Necip Fazıl, şiirinde bunu “Mutlak Hakikat” dediği Allah’a varış olarak anlatır ve bunda da, ortaya önemli merhâleler koyar. Bu merhâlenin birinci safhası, ona göre “Ben”dir. Şiirinde en fazla “Ben” diyen Necip Fazıl’dır. Prof. Dr. Mehmet Kaplan’ın ifadesiyle; “Şair, “Ben” derken, asıl “insanı” kastetmiştir. Ve bizi de asıl ilgilendiren şiirlerin bu yanıdır. Şairin kendi özel yalnızlık acısı, insanın büyük yalnızlık veya daha doğrusu büyük yakınlığa kavuşma özlemini anlatmak için” dir. İşin farkına varamayanlar, ondaki bu “Beni”, benlik, bir anlamda; süper ego olarak algılarlar. Halbuki O, tam aksine bu “Ben”den “Mutlak Hakikat”e ulaşarak kendi kozasını örer.

Ölüm ve ötesi, Necip Fazıl’ın şiirinin, ‘Çile’yle ifadelendirilen ana dokusunu oluşturur. Sezai Karakoç bunu anlatırken, “Eşyanın her birindeki yaratılış özüne göre, “ben” önünde bir nevi bir sidretülmüntehası vardır. Ve biz öyle hissederiz ki, onlar, bir adım daha atsalar, “ben”in Yaratıcıdan gelen soluğu önünde yanıp kül olacaklardır. Necip Fazıl, böylece Batılı şairlerin eşya imajındaki mistik ve sembolist eğilimlerden bu İslâm sır kavrayışından gelen farkla ayrılmaktadır. Onlarda eşya, bizi âdeta mistik bir güçle çevreler ve sıkıştırırken Necip Fazıl’da, onlara verilen bütün avanslara rağmen, insan ruhunun önünde nasıl yenilgiye uğradıklarını ve “ben”in susuzluğunda dudakları çatlayan kuru topraklar halinde susmaya mahkum olduklarını görürüz.” der. Necip Fazıl’ın şiirinde ön plana çıkan bu benliğinin arka planındaki toplumsal idrake varışı çok önemlidir. Cemiyetin iç ve gizli hayatıyla uyuduğunu, onun rüyasını şairin gördüğünü söyler ve ilave eder: “O halde şiir, bir cemiyetin topyekun his ve fikir hayatını araştıran ve kontrol eden başlıca rasat merkezidir. Ve ışıkları daima tam ve müstakil fert neşri olduğu halde, özel olarak ferdîlikle hiçbir alâkası yoktur. Şiir, bütün şahsî mahremiyetleri ve zatî aidiyetleriyle yüzde yüz fert perdesi üzerinde cemiyetteki tefekkür ve merak hâlinin en seçkin ve mükemmel aksidir.”

Gittin

Saksıdaki çiçek
Balkondaki ipler bile
Hesap sorar
Üstüm başım hüzün
Gittin
Kaşım gözüm gurbet
Dağınık saçım
Darmadağın alt üst hayat
Ne yaşanır
Ne içilir şu yazılanlar
Beni
Bir başıma
Koca dünyada
Ha koptu kopacak
Yıkılacak
Belki yıkıldı
Omuzlarda taşınacak
Ne yürünür
Ne koşulur şu anılar
Olmadı usta
Bedeni bırak miras
Ruh alabildiğine uzak
Gittin
Sesim kelbime
Kalbim gidene inat
Ne bilinir
Ne duyulur şu feryat… Bülent Kaya

Üç Diyarbakır

Bir sabah otobüslerin garip şarkılarıyla
Vardım bu şehrin yamacına
Dudaklarım güneş yanığı, ardımda büyüklerin duaları
Boynunda muskalar
Katıksız bir merakla
 
Sağa baktım karanlık, sola baktım toz duman
Tüm kılıçlar çekilmişken kentin bağrında
Naralar atarak ilerlerken içgüdünün aslanları
İlerledim salâvat getirdim, gördüm tövbe ettim
Güneşten sertleşmiş bu surlara
Ansızın geldim dikildim
 
Üç gün uyuyamadım Diyarbakır’da
Üç gün yol geldi burnumdan
Üç gün Diloş Adiloş diye inledim
Karanlık sokaklarda gölgelerle konuştum,
parola sordum, söz biçtim
Usulca ve telaşsız herkesin yanından geçtim
Gündüzleri sıcak, geceleri korku içtim.
 
Bir kül ile her akşam kaplanırken şehir
İnsanlara sokuldum, kül rengi insanlara
Suskunluktan çopurlaşmış seslerinde bir giz aradım
Binlerce yıllık lâbirentlere dolanmış
Şehrin güzelliğini ayıkladım
Bağlar’da çarpıldım, Hançepek’de deşildim
Nerede yürüsem bütün gözlerde seçildim
 
Panzer seslerine yaslanarak uyudum geceleri
İzli mermilerde havai fişek neşesi aradım
Sabahları cellâtlarıma selam vererek vardım işime
Yirmi sekiz eğilimi cebimde birbirine karıştırdım
Diyarbakır gibi her gün biraz daha aşındım
 
Anladım en ücra yerlerinde neler yaşanır insanın
Anladım Dicle kaç kıyı ve arasında nasıl kürek çekilir
Anladım sabır nasıl bir örs ve insan nasıl bir cevherdir
Anladım korku nasıl bir öğretmendir
Acıyla sırıtarak diyalektik neymiş burada öğrendim
 
Bir mayın gibi yürüdüm Diyarbakır sokaklarında
Ardımdaki gölgeleri takip ederek göz ucumla
Odalara sıkıştırılmış hayatların sıkıntısıyla
Doğunun uzun sohbetlerine attım kendimi
Tütün, rakı, şiir ve hüzün komasından
Bir esrime sofrasından alınacakları alarak
Ertesi güne ayıldım
 
Gördüm kılık değiştirmekten bitkin ruhları
Gördüm kırışmış yüzlere gömülmüş rüyaları
Gördüm görülmekten eskimiş zamanları
Tutarak kararan suratlarda geçmek bilmez akşamları
Bıktığı suretini tekrar sevmesini fısıldadım
 
Asam yoktu peygamber değildim
Acıydı suyumun tadı
Sevimsizdi, can sıkıcıydı dualarım.
Adres bilmez ve tutmazdı beddualarım
Ne kadar istesem de dindiremezdim sızıları
 
Balıkçılar’da kaybolan bir çocuktum
Sur diplerinde dinlenen bir serseri
Seyran tepe’nin bayraklı Delisi
Bağlar’da terkedilmiş yaşlı Hamido
Deliller hanının hiç susmayan Kerimi
 
Üç gün sonra gideceğim Diyarbakır’dan
Durup dururken boğuluyorum
Bir kere doğsam iki kere ölüyorum
 
Üç tuhaf gül şimdi düşen bana
Üç tuhaf gül
Rengi, zamanı, geleceği belirsiz
Toprağa ekili, şüpheye
Bir akşam, bir sabah, bir öğlen
Sabah kundak dikilmiş gece kefen
 
Üç Diyarbakır var ardımda önümde
Geçmişim, bugünüm, geleceğim… Fatih Balcı
 
Rüya Tortusu
 
Ne güzel bir eser, ufkun öte yakası
İnce zarif işveli, ama işte bir duvar.
Ustası pek özenmiş, ah ki o ustası…
Harcı balçıktan değil, bal çiçekli bir hamur.
 
Bahar dediğin bahar, zemheriden sonrası,
Kim istemez gecenin, ay aydınlık yüzünü.
Oysa sabah simsiyah gecelerden sıyrılır,
Ve kara bulutlardan iner, boşalır yağmur.
 
Kaybolur gider artık, açılan sis gibi gider,
Bir rüyadan arta kalan, sımsıcak his gibi gider.
Biraz alaca karanlık, fazlaca hüzün kalır
Yürek kurşundan ağır, ne virandır ne mağmur… Ümmet Caner

Şiir Direniştir
 
Zalimi lanetlemeli şiir
Mazlumun,ezilenin yanında olmalı
Özgürlüğün ve barışın kılıcını kuşanmalı
Yıkmalı barbarlığın kalesini
Merhem olmalı acılı anaların yarasına
Duymalı sömürülen emekçinin haykırışlarını
Savaşların ipini çekmeli
Tükürmeli yüzüne puştun
 
En cahilinden en kültürlüsüne
Bir şeyler katmalı özünden
Dünyanın alabildiğine uzanan
Dağlarına,ovalarına ulaşmalı
Acısını hisetmeli kanadı kırık serçenin
Kırmalı zincirleri,prangaları
Demir parmaklıkları aşmalı
Umudu aşılamalı,beslemeli düşleri
 
Toprağın kokusunu,tuzunu denizin
Çiçeğe durmuş bir ağacı
Yedi iklim dört mevsimi
Ne varsa insana ait
Aşkı,acıyı,özlemi
Öbek öbek işlemeli dizelere
Haksızlıklara baş kaldırmalı
Zulme karşı durmalı
Cesaret ve isyan
Onun en yakın arkadaşları olmalı… Çetin Altungüneş

SERVET SELVİ
 
Editör: TE Bilisim