Günümüzde yaşadığımız sosyo-ekonomik problemlerin temelinde yatan en önemli sorunlardan biri de liyakate önem vermemizdir. Türk Dil Kurumu’nun güncel sözlüğüne göre liyakat, bir kimsenin, kendisine iş verilmeye uygunluk, yaraşırlık durumu demektir. Yani hepimizin bildiği manasıyla işi ehline vermektir. Atalarımız bu durumu daha da güzel bir lisanla iş bilenin, kılıç kuşananındır şeklinde izah etmiştir.

Tarihsel süreçte Türk Milletinin kurduğu devletlerin kuruluş ve yükseliş süreçlerini gözden geçirdiğimizde hep aynı gerçekle karşılaşmaktayız:  ne pahasına olursa olsun liyakate önem vermek.  Yani atalarımız bir kişiye sorumluluk vermeden kişinin, işin ehli olup olmadığına dikkat ederdi.  Mesela Osmanlı Devleti’nin kuruluş ve yükseliş dönemlerinde devlet makamlarına yapılan atamalarda en önemli ölçüt, liyakat idi. Zira kadıların (hâkim) ve müderrislerin (üniversite hocası) atanma şekline bakıldığında, bu görevleri yapmak isteyen kişilerin en önce medreseyi bitirmesi gerekiyordu. Ardından görev yapmak istediği yere göre Anadolu veya Rumeli Kazaskerliklerine gidip isimlerini yazdırmaları lazım gelirdi. Müderrisler, isimlerini yazdırdıktan sonra mülazemet süresi dediğimiz vaktin geçmesini beklemek zorundaydı.  Bu vakit bitince sırası gelen aday en aşağı medreseden itibaren yirmili, otuzlu, kırklı, ellili derecelerine ulaşır (yani ataması gerçekleşir), ardından bizzat kazaskerin de bulunduğu bir ilim heyeti huzurundaki imtihanda başarılı olursa Sahn-ı Seman müderrisliğine atanırdı.  Bu atama ve sınavlar genellikle halkın huzurunda yapılırdı.

Fakat Osmanlı Devleti’nin duraklama ve gerileme devirlerine bakıldığında bu sistemin bozulduğu görülmektedir. Bu durumu tespit eden zamanın aydınları yazdıkları rapor ve risalelerle padişahları uyarmış ve durumun kötüye gittiğini haber vermişlerdir. Örneğin Koçi Bey tarafından kaleme alınan risalede şu çarpıcı ifadelere yer verilmiştir: “Evvelce beğlik ve beğlerbeğlik ve diğer padişah memurlukları memleket idaresinde iş görmüş emektar, doğru ve dindar kimselere verilip, karşılığında bir akçe ve bir habbe rüşvet ve bahşiş alınmazdı. Suçu ve günahı meydana çıkmayınca kimse azl olunmazdı. Bilhassa sancakbeyleri ve beylerbeyleri yirmişer otuzar yıl yerlerinde kalırlardı…” Devletin içine düştüğü buhranı çok açık bir şekilde ifade eden Koçi Bey, hak etmeyen kişilerin çeşitli makamlara getirildiğini, rüşvet ve hediyeler alınmak suretiyle atamaların yapıldığını belirtmiştir.  Koçi Bey’in uyarılarına rağmen gidişatta çok büyük değişiklikler olmamıştır. Atamalarda rüşvet en önemli ölçüt haline gelmiş, adalet terazisi bozulmuş, devleti ayakta tutan askeri ve mali sistem darmadağın olmuştur. Ve maalesef kaçınılmaz bir son olarak askeri ve siyasi buhranlar sonucu Osmanlı Devleti, zamanla parçalanmaya başlamıştır.

Bir millet geçmişte yaşanan olaylardan ders çıkarılabildiği ölçüde büyür. Bizlerin bugünün sorunlarını anlaması için geçmişe bakması yeterlidir. Zira bizi biz yapan, adalet ve liyakat gibi değerlerden vazgeçtiğimizde başımıza hep felaketler gelmiştir. Nasıl eskiden Yeniçeri Ocağı’na savaşmayı bilmeyen, hatta ticaretle uğraşan vasıfsız kişiler doldurulup farkında olmadan devletin altına dinamit koyulduysa bugün de aynı tehlikelerle karşı karşıyayız.  Geçmişten gerekli dersleri çıkararak liyakat kavramını asla ihmal etmemeliyiz. Atamalar yapılırken temel kıstas siyasi görüşümüze yakınlık olmamalıdır. Eğer bir kişi iyi yetişmiş ve tecrübe sahibi ise ve gerekli ehliyet ve liyakate haiz ise hak ettiği makama getirilmelidir.

Bunu yapabilmek için ilk olarak eğitim sistemimizi buna göre yapılandırmalıyız. Çocuklarımızı test çözen yarış atı olmaktan çıkarmalıyız. Onlara öncelikle insani ve ahlaki değerleri öğreten yeni bir sistem vücuda getirmeliyiz.