25 yaşından küçükler pek bilmez ama 30’lu yaşlardakiler biraz daha iyi hatırlar.

Bu ülke eskiden çok gelişmişti:
Biz çok demokratik bir ülkeydik, öyle ki aylarca hükümet kurulamıyordu. Demirel gider, Ecevit gelirdi, Ecevit gider, Demirel gelirdi.
Arada bir Necmettin Erbakan çoğunluk sağlasa da hükümet kurma görevi ona verilmezdi çünkü namaz kılan gericiydi ülke yönetimini halk değil 'başkaları' bilirdi.

Hükümeti kurma görevini zorla da olsa verdiklerinde ya balans ayarı yapalardı veya bir rütbelinin omuz darbesine maruz kalırdı.
Erbakan çok konuşur ve itiraz ederse de apar topar partisi kapatılırdı.

Adalet iyi çalışırdı, altı ayda bir hükümet değişirdi.
İki yılda bir seçim, on yılda bir, askerî darbe olurdu.

1961 darbesi, 1971 muhtırası, 1980 darbesi, 28 Şubat süreci, günümüzde de 15 Temmuz hain darbe girişimi gibi.

Sahi ne güzel günlerdi(!)
Hukuk bağımsızdı, adalet vardı; yüksek yargı üyeleri emekli olunca sol bir partiye üye olurdu.
Yarısı devletin olan bir bankanın mütevelli heyeti üyesi olurlardı.
 

Ne güzel günlerdi!

Üniversiteler bağımsızdı, özgürdü, rektörler parti üyesiydi. Üniversitelere baş örtülü kızlar alınmıyordu. Kur'an kursuna gidenler alınmıyordu.
Hatta namaz kılanlar, başını örtenler okuldan atılıyordu.


Ne güzel günlerdi!
Ekonomi de çok güzeldi, milletçe çok zengindik. Halkta para çoktu, onun için yağ bulunmuyordu.
Yağ, pirinç ve çayı kuyruğa girip alırdık. Hatta ekmeği, tuzu, şekeri.

Bir gecede yüzde 8 bin faiz alırdık, 'kur' bir anda devalüe edilirdi. Birisine "Borç verebilir misin?" desek "Dolar ya da mark verebilirim" derdi. Çünkü Türk parası kapış kapış gidiyordu, piyasada Türk Lirası yoktu, olan da fakirin elinde ihtiyacı kadardı.
 

Ne güzel günlerdi!
Her şey doğaldı, yollar topraktı. Yolda çukurlar vardı arabanın içinde zıplayanların bu sayede mide, bağırsak, böbrekleri çalışırdı.

Dağların etrafından, üstünden dolaşmak, viraj almak yani bizim Çaykara’daki Derebaşı virajlarını almak gibi büyük bir emek ve şoförlük isterdi.
Bol bol dağ havası, oksijen almak için birebirdi.

Trabzon’dan İstanbul’a tek şeritli yoldan giderken her evden bir cenazenin verildiği patika yoldan ilerler gibi ve tek ip üzerinde cambazlığı öğrenir gibi

Ne güzel günlerdi!

Hastaneye o kadar çok hasta gitmezdi, gitti mi de eve dönemezdi. Borç yüzünden misafir ederlerdi, borç yüzünde senet düzenlenip rehin tutarlardı. İlaç o kadar değerliydi ki kuyruğa girip sıra gelince ilaçla birlikte mesaini bittiği ne güzel günlerdi. Hasta ölünce cenazeyi bırakıp eve giderdik. Gerisi önemli değildi.
 

Ne güzel günlerdi!

Köylerde doğru dürüst okul binası yoktu. Derme çatma harabeye dönüşen binalarda çocuklar okurdu. Bazı okullar desen kerpiçtendi. Mis gibi toprak kokardı, heykeller ise tunçtandı. Çocuklar yakacağını kendi getirirdi. Öğretmenler hafta sonu limon satardı.

Evlerde televizyon yoktu. Hatta elektrik yoktu. Otomatik telefon yoktu. Yol yoktu, su yoktu., gaz lambasına koyacak gaz yoktu, benzin, mazot yoktu. Sahi ne güzel günlerdi.


Ne güzel günlerdi!
Otobüsler çok yavaş ve tıkır tıkır giderdi.
Trabzon'dan, Rize’den İstanbul'a üç günde gidilirdi, seyrede seyrede, tabiatı tanırdık. Ayaklar şişerdi, uyuşurdu, yol bitmezdi, vücudumuzu test ederdik, uykunun kralını uyurduk.

Ne güzel günlerdi!
Zengin eli cebinde gezer, başbakan kenardan izlerdi.
Yazar kasa kafasına geçilirdi. Anayasa kitapçığı suratına fırlatılırdı.

25 yıl öncesini hatırlamayan yani bu güzel günleri (!) anımsamayan 18 yaşındaki gençlere oy kullanma hakkının verilmesi mevcut iktidarın belki de en büyük yanlışlarından biridir.

Sahi ne güzel günlerdi.

Yazdıklarım yaşadıklarımızın sadece bir kısmı.

Şimdi hepsinin fazlasını buluyoruz.

Sahi şimdi neyimiz eksik.