Corona illeti yüzünden üç  günde bir maçın oynandığı bu sezon yeterince, hatta gereğinden fazla  futbol yazıyoruz..

Hazır Trabzonspor bir maç dinlenecekken, bu arayı epey önceleri yazdığımız bir yazıyla değerlendirelim dedik.

Hani o, sahillerin henüz asfalta  gömülmediği..

Modernleşme adına bağın, bahçenin, tarların çirkin beton binalara feda edilmediği..

Yatayın güzelliklerini terk edip dikey yaşama henüz geçilmediği zamanlardaki Trabzon’un eski fotoğraflarını görünce iç çekiyor ah ediyoruz ya..

Fırsat bu fırsat dedik, ‘Harika çocukluğumuzun, coşkun gençliğimizin’ Trabzon’undan esintiler sunalım istedik..

Nasılsa üç, beş gün sonra yine ‘Trabzonspor  aşağı, Trabzonspor  yukarı’ diyeceğiz..

Verelim futbola biraz mola..

Çıkalım eskiye doğru yola…

Hemen her evin küçük bir bahçesi..

En azından taşlığı vardı..

Kapıların üzerinden sokaklara taşan hanımelleri..

Vita kutularında morlu, kırmızılı karanfiller..

Bilirdin ..

Hurmanın olmuşu, ayvanın iyisi, armudun yirisi hangi bahçede..

Kimin duvarı alçaktır, çıkılır..

Nerede köpek vardır, girilmez..

Bilirdin..

Şaban efendi varsa korkma gir Ongan’ın bahçesine de, nemrut Hasan oradaysa sakın yaklaşma..

Ofluoğulları yazın köşke çıkınca, bahçedeki başıboş tavukların onlarca yumurtasına Ocak Kulübü’nün bahçesine attığımız kafalar yüzündendir herhalde, 50’ye kadar dökmediydik saçları..

Sadi, üstelik bi de vole atardı ama o, saçını sarartmak için ha bire kafasına döküp güneşe çıktığı oksijenin kurbanı oldu..

***

Toprakla, yeşille, çiçekle, böcekle iç içeydik..

Pat diye düşerdi önüne incirin olmuşu da boş bulunsan ürkerdin..

Ne sabahın köründe dallara tüneyip şakıyan karatavuklar kaldı..

Ne de toprağı az eştiğinde kafa kaldıran ziziller..

Pişirdiği yemek koktu canı çeker diye bir tabak da komşuya götüren de..

Mahallenin gobellerini sigara içerken gördüğünde müdahale eden abiler de.

Yandaki evin liseye yeni başlamış kızıyla kaçamak göz göze gelmeler de yok artık.

‘Ara beni cepten, bozuşmayalım hepten.’

Ya da; ‘Oy İsmail İsmail, yolla bana e mail’ var şimdi..

Yani, betonun altında kalan sadece toprak olmadı...

Komşuluk da, mahalle kültürü de, eski platonik aşklar da harç gibi yoğruldu..

İnsanlığın kriterleri değişti..

‘Kaç paralık adamsın’ devri başladı.

Eskiden hizaya sokan çevre..

Şimdilerde yoldan çıkarır oldu..

Meğer çocuklarımıza; ‘Baba film mi anlatıyorsun?’ dedirtecek kadar şanslı yaşamışız çocukluğumuzu  da haberimiz olmamış..

***

Hani, “Bitti diye üzülme, yaşadım diye sevin” diyor ya Gabriel Garcia Marquez..

Bizimkisi de o hesap..

Bittiğine değil de..

Asrileşmek uğruna çocuklarımızı mahrum ettiğimiz güzelliklere yanıyoruz..

Lakin...

Tüm binaları yıkıp yerle yeksan etsen de..

Her tarafı ab-ı hayat bahçelerine çevirsen..

Faydasız artık!.

***

Yaşar Miraç’ın Kasım Sokağı’nı anlattığı şiirindeki gibi..

“Üç düğme kara mantosuyla bakar ha pencereden bakar” dediği Emine Hala yok ki..

Karısı pazardan erken dönünce eve attığı Kara Kızla yakalanıp bir araba dayak yiyen Gaz ocakçı Musa Amca da ..

Gukku oynarken gizlenecek yer bulamadığımda; “Gel uşuğum” deyip iki metre pazenden diktiği donuyla eteği arasına beni saklayan Fadime Teyzeyi ara ki bulasın..

Çaresiz bulduğunla avunacaksın şimdi..

Ayıkladığı üç kilo hamsinin kafasını koyduğu poşeti 5’inci kattan yola fırlatan üst komşun sayesinde kendini deniz kıyısında sanabilirsin!..

Çocukların top oynayacak arsa bulamıyor diye de üzülme..

Bak, play-stationda Messi’yle bile takım arkadaşı olabiliyorlar..

Üstelik ne ayakkabı eskitiyorlar vakitsiz..

Ne de terli terli su içip hasta oluyorlar..

Lakin yine de düşünmeden edemiyor insan..

Bu kadar hasar tek dişle yapılamayacağına göre..

Medeniyet canavarı ağzına protez mi yaptırdı?

ŞİMDİLİK 14 HOCA KOVULDU!

Gaziantep’in Sumudica ile yollarını ayırmasıyla birlikte Süper Lig’de ilk yarının bitmesine 3 maç kala kovulan teknik adam sayısı 14 olmuş, sırada başkaları da varmış,

Bu da şunu gösteriyor ki, takımlar sadece futbolcu transferinde değil,  hoca seçiminde de hata yapıyor.

Yani, kendi işlerinde son derece başarılı olanlar, iş kulüp yönetmeye geldi mi aynı özeni göstermiyor, gösteremiyor..

Bunda, ‘Her şeyin en iyisini ben bilirim’ mantığıyla, yapılan onca yanlışa rağmen, genel kurullarda kalkan ellerle ibra edilip aklanıp, paklanmalarının rolü var mıdır?

Yüz lira borçla aldıkları kulüpleri, kendi reklamlarını yaptıktan sonra arkalarında bin lira borçla enkaz halinde bırakmalarına karşın hiçbir maddi yaptırıma uğramadan ellerini kollarını sallayarak gidebilmeleri midir sebep acaba?

Merhum Kenan İskender büyüğümüzle Uzun Sokak’taki mağazasında sohbet ederken şunları söylemişti bir gün;

“Evlat, yöneticilik çok zordur, kulüp yönetmek iş yeri yönetmeye benzemez.”

İş yerinde iş yapamamışsın, zarar etmişsin, kimseyi ilgilendirmez, zaten kimsenin de haberi olmaz. Kimse gelip dükkanının önünde sana bağırıp çağırmaz, yolda izde yuhalamaz..

Ama yöneticilikte iki maç yenilirsen sokakta yürüyemezsin. Stadyumda yediğin küfürlerin dışında bacak kadar çocuklar gelir dükkanının, evinin önünde sana demediğini bırakmaz…

Demek ki neymiş..

İşi vermezsen ehline..

40 yıl da geçse gelemezsin kendine…

GEÇİCİ DEĞİL, KALICI OLSUN

Kahramanmaraş Caddesi’ndeki çalışmalar nedeniyle bu yoldan geçmesi gereken belediye otobüsleri  bir süredir sahil yolunu kullanıyor, Şenol Güneş Caddesi’nden Büyükşehir Belediyesi’nin önüne çıkıp yoluna devam ediyor..

Çok da iyi ediyor.

Ne onca otobüs şehrin içine girip zaten arapsaçına dönmüş trafiği iyice karıştırıyor, ne de postanenin önüne 15, pazar durağına 25 dakikada gelip boş yere benzin ve zaman harcıyor.

Bu yüzden yetkililer bu fırsatı kaçırmasın, hazır milletin ayağı alışmışken Aydınlıkevler, Karşıyaka, Beşirli, Köşk, Bahçecik hatta Yenimahalle’ye çalışan otobüsler aynı güzergahı kullanmaya devam etsin..

İlgili ve de yetkili birisi dediğim hatta bir otobüse binip farkı kendisi görsün..

Çünkü fark, fark edilmeyecek gibi değil..

Şoför rahat, yolcu rahat, boş  yere yollarda harcanmıyor saat!..

ŞEYHLİĞİ AZ FARKLA KAYBETTİM!

12 yaşlarında filandık, mahalledeki gobellerle Kavakmeydan’dan maç seyretmekten dönüyorduk, Lisenin karşısındaki türbenin etrafında kadınlı, çocuklu bir kalabalık görünce yaklaştık. Herkes yerden aldığı küçük bir taşı türbenin duvarına dayayıp bırakıyor tabi taş da yere düşüyor. 'Bu nedir?' sorduk, birisi dedi ki, 'Hiç günahın yoksa taş duvara yapışıyor, düşmüyor.’ Bakılım bizim durumumuz nedir? diyerek bir taş da ben alıp türbenin duvarına dayadım bırakınca düştü haliyle.

Hemen aklıma bir cinlik geldi, çiğnediğim golden sakızından küçük bir parça koparıp görünmeyecek şekilde taşa yapıştırıp oradaki çocuklara göstere göstere duvara dayadım, bu sefer yapıştı taş. Çocuklardan bazıları 'Habunun ki yapıştı' diye bağırdı, kadınlar döndü, bir bana bir taşa bakıyorlar. Ben de demek havaya girdim ki ellerimi açıp bildiğim dualardan birini okumaya başladım. Bu sırada sakız kurudu taş düştü kadının biri taşa dalıp 'Bok munzurlu sakız yapıştırmış' dedi.

Yani, az farkla şeyhliği! kaybettim.

Eğer duayı kısa tutup taşı alıp ayrılsaydım yaşıyorsa kendisi, değilse çocukları hala anlatıyordu millete; Bir tarihlerde mübarek birisi…