Hep bir fırsatın doğmasını bekledim. Ama hiçbir şey kendiliğinden olmadığı için bir türlü o fırsat da doğmamıştı… Kaç kez İstanbul’a gittim, İstanbul’da bulundum, bilmiyorum. Ama her gittiğimde gezilecek, görülecek yerlerini buldum İstanbul’un. Tarihiyle, doğasıyla, müzeleriyle, kitap-sanat dünyasıyla İstanbul tükenmiyordu, gez gez bitmiyordu… Sarayları, köşkleri, konakları, camileri, çeşmeleri, surları, yalıları… Boğazıyla İstanbul, Hıristiyan ve İslam kültürünün tüm özellikleriyle Sultan Ahmet Meydan’ı…Her zaman, her mevsim büyüleyiciydi… İstanbul’dan bir adım ötede Edirne… Fakat gidememiştim./ “Özgürüm” dersin, paran olmaz, “özgürüm” dersin, zaman uygun düşmez, “özgürüm” dersin koşullar elvermez, gidemezsin, yapamazsın. Ötesi yok bunun, “dar gelirlisin.” Ve dar gelirliye her şey “nasip olmaz.” Edirne ikinci başkent; Sinan ve Selimiye, orada Osmanlının önünde giderler. Selimiye salt Türkiye’de değil, dünya sanat tarihinde anıtsal bir başyapıt ve ben onu, kitapların, filmlerin, kartpostalların dışında hiç görmemiştim. Kalfalık eseri Süleymaniye’yi, “Süleymaniye’de Bayram Sabahı” ile Yahya Kemal’le birlikte gezmiştim. Ama Selimiye, benden çok uzaklardaydı. Fıransız yazar ve düşünür Andre Jid, Selimiye karşısındaki hayranlığını gizleyememiş, “taşın sanata dönüştüğü yer” diye tanımlamıştır Selimiye’yi: İnce, duyarlı ve görkemli… Dereceler otuz ikiyi gösterirken İstanbul’da, biz dünürle Edirne’ye yola çıktık./ O daha önceleri gitmiş, biliyor: Edirne İstanbul’dan daha sıcaktır./ Edirne’nin Boğaz’ı yoktu. Olsun, Meriç’i, Tunca’sı vardı. Ama su akıyor muydu onlarda. Komşularla sorun yaşanıyordu barajlardan ötürü. Hele bu yaz sıcağında, toprağın suya en çok gereksinim duyduğu bir anda... Ne kadar su bırakılırdı ki nehirlere? Ve o su ne kadar serinletirdi Edirne’yi? İstanbul tırafiği zamanı anlamsızlaştırıyordu, zaman algısını yok ediyordu insanın beyninde. İstanbul arkada kaldığında ovanın içinde bulduk kendimizi: Betondan ağaçlar dikmişlerdi ovaya. Tüm verimli arazilerde olduğu gibi, kent yakınındaki topraklara “ev tohumu” ekiyorlardı; ovayı yağmalıyorlardı. Buğday hasadı yapılmıştı. Saman tarlada balyalanmış olarak bekliyordu. Günçiçeği tarlaları, çiçeğe durmuş, sapsarı bir dünya yaratmışlardı. Tırakya görkemli görünüyordu./ Tırafik rahatlamıştı. Yol çok güzeldi, ta ki, Edirne Otogarı’na sapana kadar. Otogar’ın asfaltı yamalı bohçaydı ve uzun yıllar Osmanlı’ya başkentlik yapmış bu serhat  şehrine yakışmıyordu…Bu denli bakımsız ve sahipsiz olmamalıydı: Kalitesiz ve zamanın dışında bir yol… Kente yöneldiğimizde Selimiye, tam yolun ortasında duruyor ve tüm görkemiyle gelenleri karşılıyordu: Muhteşem ve heyecan vericiydi… Birtakım hazırlıklar yapmıştım: Bir günde nereleri görebilirdim, nereleri gezebilirdim? Meriç ve Tunca üzerindeki köprüler, Ali Paşa Kapalı Çarşısı-zaten yakın, Arkeoloji Müzesi, Türk İslam Eserleri Müzesi, su ve müzik sesiyle hastaların tedavi edildiği II. Beyazıt Külliyesi (Darüşşifa), Eski Cami, Üç Şerefeli Cami…/ Edirne tava ciğeri, Edirne köftesi, Edirne peyniri, Kırk Pınar Yağlı Güreşleri…hiç umurumda değildi… Ben ki Selimiye’yi görmüştüm, ben ki, taşın yapısı değiştirilerek  damıtılmış inceliğin, güzelliğin, insanı büyüleyen yaratıcılığın içindeydim… ve o büyüleyici ortamı yaşamıştım… Boşuna “insanlığın başyapıtlarından biridir” denmemişti ona. Minareleri, kubbeleri, çinileri, mihrabı, minberi, süslemeleri, ters lalesi, bir bütün içinde mükemmeldi.. Otuz altı derece sıcaklığı duymuyordum bile. Mimar Sinan’ın “ustalık eserim” dediği  anıtsal yapı, Osmanlı Türk sanatının ve Dünya Mimarlık Tarihi’nin kilometre taşlarından biriydi. Edirne’yi gördüğüm için mutluydum, sevinçliydim. Edirne’den politikanın küçüklüğüyle döndüm: Bakımsız, sahipsiz sokakları, caddeleri acı verdi bana… Osmanlı’nın ikinci başkenti ve bu tarih, politikayla cezalandırılmamalıydı… NOT: TAKA, YÜREĞİMİZDE BİR İMGEDİR/ DÜŞÜNCE KADAR NİCE ON YILLARA YAŞASIN DİYE.
Editör: TE Bilisim