Türkiye Cumhuriyeti, 5 Aralık 1934’te yalnızca bir kanun maddesi kabul etmedi; bir çağın kapısını kapatıp yenisini açtı. O gün kadınlara seçme ve seçilme hakkı verildiğinde, aslında atılan imza sadece bir kâğıdın üzerine değil; toplumun geleceğine, demokrasinin omurgasına, milletin vicdanına atılmıştı.

Bazen bir milletin kaderi, tek bir imzanın ardında saklıdır. 5 Aralık 1934 de işte böyle bir gündü… O gün Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı verilmesi; bir reformdan çok daha fazlası, bir devrimdi. Bu ülkenin kadınlarına ilk kez “Seni görüyorum” demesiydi. Yalnızca bir kanun değil, yüzyıllardır susturulmuş milyonlarca kadının kalbine yazılmış bir cümleydi:

“Artık sen de varsın.”

5 Aralık 1934’te, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün öncülüğünde; Türk kadınlarına seçme ve seçilme hakkı, çok sayıda Avrupa ülkesinden önce verildi. Meclis üyesi olarak bu onuru bizzat yaşadığım, Türk kadınına seçme ve seçilme hakkı verilişinin 91. yıl dönümü ve 5 Aralık Dünya Kadın Hakları Günü kutlu olsun.

Yıllarca konuşması bile istenmeyen kadınların, bir anda “ülkenin kaderi” hakkında söz sahibi olduğunu düşünün. Bugün geriye dönüp baktığımızda, bu kararın o dönemde ne kadar “olağan dışı” olduğunu görürüz. Çünkü 1934, dünyanın pek çok gelişmiş ülkesinin hâlâ bu hakkı tanımaya direndiği bir yıldı…

Düşünün… Dünya henüz bu adımı atmaktan çekinirken, Atatürk’ün önderliğinde Türkiye’nin cesaretiyle; yüzyıllarca “susması” beklenen bir toplumsal kesime, yani kadınlara bir anda “konuşma özgürlüğü” ve daha da ileri giderek “karar verme” yetkisi veriliyor. Bir ülkenin gidişatını belirleme gücü kadınların eline bırakılıyor.

Kadınların oy sandığıyla tanışması, Türkiye’nin kendi zamanının ötesine geçme iradesinin en çarpıcı göstergelerinden biridir. O pusula yalnızca bir kâğıt değildi; bir asırlık suskunluğun, bir gecede cesarete dönüşmesiydi.

Ancak bugün bu kazanımı yalnızca bir takvim yaprağı olarak anmak eksik olur. Çünkü hakların değeri, onları anmakla değil; onları yaşatmakla ölçülür. Bir hakkın korunması için, önce onun kıymetinin bilinmesi gerekir.

Peki biz bu kıymetin farkında mıyız?

Bugün hâlâ bazı sorular kalbimizi acıtıyor:

Bir kadın korkmadan konuşabiliyor mu?

Bir kadın görünmeden yaşamak zorunda kalmıyor mu?

Bir kadın, siyasetin kapısından içeri adım atarken gerçekten eşit mi?

Kadınların siyasetteki temsili hâlâ tartışılıyor. Meclis sıralarında erkeklerin gölgesinde kalan bir kadın görünümü, gerçek eşitlikle bağdaşmıyor. Söz konusu “ülkeyi yönetmek” olduğunda hâlâ koltukların yarısı bomboş; kadınların adı eksik. Hak verilmiş ama uygulamada, o hakkın özgürce kullanılabileceği bir iklim yaratılmadıkça, gerçek anlamına kavuşmuyor.

Oysa 1934’te verilen hak, “simge” olsun diye verilmedi; bir millet nefes alsın diye verildi. Bugün, 1934’te atılan imzanın yüklediği sorumluluk hâlâ omuzlarımızda duruyor. O sorumluluk bize şunu hatırlatıyor:

5 Aralık, bir takvim yaprağı değildir.

Bir kadının ilk kez sandık başında hissettiği o heyecanın tarihidir.

Bir ulusun “Eşitlik bir hayal değildir” deme cesaretidir.

Ve her yıl bize hatırlatır:

Eşitlik, korunmazsa kaybedilen bir emanettir.

Eşitlik, bir kez kazanmakla tamamlanan bir yolculuk değildir; her neslin yeniden inşa etmesi gereken bir mirastır.

Ve bu miras, kadınların sandığa attığı her oyla, siyasette attığı her adımla, toplumda yükselttiği her sesle büyümeye devam ediyor.

Bugün ülkenin dört bir yanında, elinde oy pusulası tutan her kadın, o emaneti taşımaya devam ediyor.

Her biri, bu ülkenin geleceğine kendi adını yazıyor.

Ve o isimler bir araya geldiğinde, demokrasinin en güzel cümlesi tamamlanıyor:

“Ben de varım.”