Parka doğru yürüdüm, boş bir masa aradı gözlerim fakat yoktu. Daha önceleri böyle değildi oysa… Bir şekilde tanışır kaynaşırdı insanlar.

Kimse kimseyle konuşmak istemiyor” diye söylendiğimde en köşedeki masa dikkatimi çekti, biraz daha yaklaşınca bulmacasını çözmeye çalıştığını görebiliyordum.

Selam verip yanına oturabilirdim, öyle de yaptım.

Hem de “sahibi var mı” diye sormadan…

Göz ucuyla bulmacasına baktım, kolay sorulardı ve çoğu da henüz cevaplanmamıştı. Oysaki soldan sağa, yukarıdan aşağıya bir çırpıda tamamlanabilirdi.

Belki de bana öyle geldi.

En iyisi sonbaharda solan ve düşen yapraklarla ilgilenmek…

Gelip geçenlere, oturanlara bakmazmış gibi bakmak ki bu huyumu seviyordum. Ötelere doğru bir yerlere odaklanıyordum, yanında yakınındaydım ama aslında çok uzaklarda bir yerde gibiydim. Niçin böyle yaptığımı ben de bilmiyordum aslında… Kendi kendimi kandırmakta üstüme yoktu ve dinlendirdiğine inandırmaya çalışmakla uğraşıyordum.

Yeniden gözüm bulmacaya takıldı çünkü rahat görebileyim diye gazetesini daha da yaymıştı masanın üstüne…

Yanımızdan gelip geçen garsona “çay” deyiverince…

“Tabii ki çay” diyerek boşluğu doldurdu ve ilk kez dikkatlice süzdü beni.

“Hoş geldiniz.”

“Hoş bulduk.”

Bu klasik karşılama sözleri bir dilekti aslında… Öyle ya hoş mu geliyordunuz yoksa hoş mu buluyordunuz; bu, hemen anlaşılabilecek bir şey değildi. Kapıları kırarak açan koçbaşı gibiydi ve adını da koymuştum, “sözbaşı”…

İnanır mısınız? Çay bahçesindeyiz, önümde çay, yanımda çay fakat nedense bir türlü aklıma gelmiyor, siz söyleyince çorap söküğü gibi arkası geldi ve bulmacanın üstüne üstüne gidiyorum artık…”

Gülümsedim, birazdan önüme konulan çayı yudumlarken bile şaşkınlığım devam ediyordu. Herkesin bir hikâyesi vardı ve belki de ben, en tuhaf insanlardan birinin yanına oturmuştum. Üstü başı düzgündü, yüzü gözü de öyle…

Buraya ilk kez mi geliyorsun?”

Nedense canım konuşmak istemiyordu, defalarca gelip gittiğimi anlatsam bu kez de “niçin hiç karşılaşmadık” diye sorabilirdi ki cevap vermek zorunda kalırdım.

Şu gördüklerinin hemen hepsi emekli sayılır. Olmayanları da biz emekli ediyoruz.”

Aslında iyi birine benziyordu, “birazdan sorgu sual faslını başlatmasa, beni yanıltsa” diye dilek mi tuttum ne?

Bulmaca hastası olup çıktım. Bazen bir haftada çözdüğüm de oluyor büyüklerini… Sırf canım sıkılmasın diye nereye gitsem yanımda… Nereye gitsem derken, evden parka işte…”

Konuya buradan da giremezdim çünkü sohbet paslaşmayla sürüp giderdi ve henüz öyle bir pas gelmemişti.

İnanır mısın? İstisnasız her gün buraya gelirim. En iyi arkadaşım şu ağaç… İki yıl önce dedim ki bu iş böyle olmayacak, bak, adımı kazdım gövdesine… Beş on yıl sonra o da ağaçla büyüyüp kocaman olacak.”

İnanırdım tabii ki… Parkın en tuhaf insanının yanına oturduğumu düşünürken, bir, ağacın gövdesindeki isme bir de adama baktım, hoş biriydi ve ben de hoş gelmiştim mutlaka.

Montunun cebinden fındık fıstık çıkarıp bulmacanın üstüne koydu, “alabilirsin” şeklinde bir el işaretinin ardından…

Parkın en güzel zamanı Sonbahar… Bazen farklı farklı ağaçlara ait kuru yaprakları topluyorum, koleksiyon gibi bir şey benimkisi… Ütüledikten sonra eski defterlerle kitapların arasında saklıyorum, küçük odanın adı -yaprak odası- oldu.”

Buradan da giremezdim konuya çünkü aklımdan bile geçmezdi, Sonbahar yapraklarını toplayacaksın da…

İkinci kez fındık fıstıkları gösterince “dişlerimde sorun var” diye geçiştirmek istedim fakat yalan da değildi hani… Yine de yüzümün kıpkırmızı olduğunu hissediyordum.

Yanımıza yaklaşan kargayı sevdiğini mimiklerinden anlayabiliyordum, “fındık fıstıklarda onun da payı var” diye mırıldandıktan sonra yarım avuç kadarını önüne koydu.

İnanır mısın? Bu ağaç gibi kargayı da sahiplendim sayılır. O kadar ki… Omzuma, dizime konacağı günü dört gözle bekliyorum.”

Tam zamanıydı…

Senin kargan olduğunu nasıl anlıyorsun?”

Baksana… İki yıl önceydi, şırıngayla azıcık kırmızı boya püskürttüm kanatlarına…”

Niçin?”

İşaret…”

Gerçekten de tuhaf bir adamdı fakat dinlemeye devam etsem iyi olacaktı.

Belki de hiç durmadan bir saate yakın konuştu. Artık söz almak gibi bir niyetim de yoktu çünkü kargayı boyayan adamı dinlemek iyi geliyordu. Memur olarak bir uçtan diğerine dolaştırdı koca ülkeyi. Yaşadığı amir memur haksızlıklarını sahnedeymiş gibi anlattı.

Çektiği acıları…

Ayrılmak istiyordum fakat kargayı boyayan, ağaca adını yazan adama ayıp olmasın diye gönlüm de razı olmuyordu.

Sonunda o da yoruldu, soluk almakta zorlandığını anlayabiliyordum, gözlerinin uyku öncesi kapanır gibi olduğunu…

On yaşlarında bir çocuk yaklaştı, “dede, yemeğin hazır” diyerek koluna girmeye çalışınca kendine geldi.

Zamanında yemesem, ilaçlarımı almasam hanım çok kızar.”

Biraz düşününce aklına gelir gibi oldu, “çaylar, tostlar” diyebildi.

Benim masama geldin” diye tüm ısrarına rağmen “bu kez benim ikramım olsun” dediğimde gülümseyerek başını salladı.

Ayağa kalktım, uzattığı eli tüm samimiyetimle sıktım, “yine görüşelim” diyebildim.

Biraz uzaklaştıktan sonra döndü, el sallarken gülümsediğini görebiliyordum.

Öylece kalakaldım masada.

Demek ki parkı da evi gibi görüyordu. Ağacın gövdesine adını kazması, kargayı boyaması bunu gösteriyordu çünkü…

Daha bir dikkatle baktım ağaca, nedense konsun diye parmağımı uzattığımda karga da havalandı.

Sonra düşündüm de…

Bir şey dikkatimi çekmişti; ne spordan bahsetmişti ne de siyasetten…

Adımı sormamıştı, ne iş yaptığımı da...

Belki bir daha bu parka gelmeyecektim. Hem, gelsem bile belki de onu göremeyecektim.

Yere düşen yapraklardan birini aldım, ne zamandır kimselerin yüzüne bakmadığı ağır mı ağır ansiklopedinin sayfaları arasına koyarak işe başlayabilirdim.

Meydana doğru yürürken “kargayı boyayan adam” diye söylendim sadece.