İslam inancında insan, yaratılanların en şereflisi olarak kabul edilmiştir. Bu kapsamda insanın canı, malı ve ırzını koruması temel gerekliliklerden biri olarak ortaya konulmuştur.

Tarihsel süreçte kurulan Türk-İslam Devletleri de bu düşüncenin bir gereği olarak insanı temel almıştır. Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş sürecine önemli ölçüde katkılar sağlayan Şeyh Edebalı’nın, damadı Osman Bey’e verdiği öğütte 
bu gerçeklik bir kez daha kabul edilmiştir. 

Osmanlı Devleti’nin yönetim merkezi olan Topkapı Sarayı’ın giriş kapılarından birinde “Ya Valiyete Külli Mazlum”, yani “Bütün Mazlumların Sığınağı” ifadesi yazılıdır. Bu ifadeden de anlaşılacağı üzere dedelerimiz tarih boyunca, sadece kendi milletine değil tüm insanlığa kucak açmış, zorda kalanlara ümit olmuştur. 

Mesela 1492’de uygulanan sürgün sırasında yüzbinlerce Yahudi, Osmanlı’ya sığınmış, yine benzer bir sürgüne maruz kalan Macarlara da kucak açılmıştır. Avusturya’nın bunları geri istemesi karşısında Sultan Abdülmecid, “Tacımı veririm, tahtımı veririm ama devletime sığınanları asla vermem” diyerek insanlık adına onurlu bir duruş sergilemiştir.

Türk Milleti, kendi inancı gereği mazlumlara ümit olurken günümüzün modern devletleri insanı temel alan düşünce yapısına ancak 1789 sonrasında kavuşabilmiştir. Söz konusu tarihte patlak veren Fransız İhtilali sonrası ilan edilen İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin birinci maddesinde, “İnsanlar, haklar yönünden özgür ve eşit doğar ve yaşarlar” ifadesine yer verilmiştir.Fransız İhtilali sonrası insan hakları kavramının ortaya çıkmasıyla birlikte Avrupalılar, kendilerini bu işin hamisi olarak kabul etmişler ve işlerine geldiği zaman dünyanın diğer devletlerine bu konuda ders vermeye başlamışlardır. Oysa 16’ncı yüzyıldan bu yana dünyanın en bakir bölgelerini sömürerek, milyonlarca insanı katleden Avrupalılar, insan hakları konusunda en son söz söyleyecek konumda olmalıdırlar.

Avrupalıların insan hakları konusunda işlerine geldiği gibi davrandıklarının en temel kanıtı Navarin faciasıdır. Dış mihrakların teşvikiyle Mora’da isyan çıkaran Rumlar, on binlerce Müslüman Türk’ü katletmiştir. İsyanın tanıklarından biri olan İskoçyalı Albay Thomas Gordon, Tripoliçe’de gördüğü olaylardan büyük bir dehşet duyduğunu şu sözlerle ifade etmiştir: “ İki gün içinde, on binlerce Türk’ün yaşadığı şehirde tek canlı kalmamıştı. Bunların çoğu, kafası, kolları ve bacakları kesilerek öldürülmüşlerdi”. 

İsyan sırasında Yunan makamları Avrupa’ya yanıltıcı bilgiler vermişlerdir. İngiltere ve Fransa gibi Avrupa’nın büyük güçleri de adada yaşananlara ses çıkarmamış, aksine daha sonraları Türkler katliamcı gibi gösterilmiştir. Bugün yine Navarin’de insanlık adına utanç verici gelişmeler yaşanmıştır. Basına yansıyan haberlere bakılırsa, Mora Yarımadası açıklarında batan mültecilerle dolu tekneden 104 kişi sağ kurtarılırken, sadece 78 kişinin cansız bedenlerine 
ulaşılabilmişti. Teknedeki göçmenlerin ifadelerine göre en az 500 kişi denizde kaybolmuştu ve bunların 100 kadarı çocuklardan oluşuyordu.

Olay sonrası Yunan makamları yine çelişkili ifadeler kullanmış, geminin bilerek batırıldığı iddiaları ortaya atılmıştır. Görüldüğü üzere geçmişte Müslümanları katletme konusunda yüzleri kızarmayanlar, bugünlerde içinde çocukların da bulunduğu yüzlerce insanın ölümünü yine kuru laflarla geçiştireceklerdir. Kendi memleketlerinde göçmen istemeyen modern (?) Avrupalılar, Osmanlıların yüzlerce yıl önce ortaya koyduğu hoşgörüyü dahi göstermekten uzak bir tutum içindedirler.

Tıpkı Topkapı Sarayı’nın kapısında yazdığı gibi Türk Milleti, mazlumlar söz konusu olduğunda yine üzerine düşeni yapmış ve yapmaktadır.