Bazı şeyler fark edilmeden geçip gider hayatta. Tıpkı Trabzonspor’un bu sezon sessiz sedasız şampiyonluk yarışına tutunması gibi… Ne gariptir ki, takım ayağa kalkmış, mücadele ediyor, umut veriyor ama tribün sessiz, koltuklar boş…

Geçtiğimiz hafta Kayserispor maçını izleyen sadece 14.412 kişi vardı Akyazı’da. Koskoca 42 bin kişilik stadyumda yankılanan top sesiydi, taraftar değil. Sahi, biz ne zaman inanmamaya başladık? Ne zaman bu takımın yalnız kalmasını normalleştirdik?

Trabzonspor yola çıkmış, mücadele veriyor. Sahada terin, emeğin, inancın izi var ama tribünde boş koltukların utancı… Bu şehir bu takımı 2010-2011 ’in çalınan umutlarıyla bağrına bastı. Peki şimdi ne değişti? Takım inandı, hoca inandı, futbolcu inandı ama taraftar uykuda hâlâ…

Oysa hep deriz: "Taraftar 12. adamdır." Yeri gelir maç kazandırır, yeri gelir takımın nefesi olur. Ama o 12. adam şimdi Akyazı’ya uğramıyor. Kimse alınmasın, kimse gücenmesin ama bu seyirciyle mi şampiyonluk hayal edilecek? Cumartesi akşamı Eyüpspor maçı var. Bu maç, sadece 3 puanlık değil; bir duruşun, bir inancın, bir yeniden dirilişin maçıdır. Tribün dolmalı, Akyazı coşmalı. Şampiyonluk yolunda bu bir kilometre taşıdır. Geriye dönüp bakıldığında “o maçta herkes oradaydı” denmeli.

Trabzonlu olmak; sadece galibiyette sevinmek değil, zor günde tribünü sahiplenmektir. Kış demeden, soğuk demeden, tabelaya bakmadan, sahada ter döken o formanın arkasında durmaktır. Çünkü futbol sadece 90 dakikadan ibaret değildir. Bu bir kimlik meselesidir. Bu bir duruştur. Bu bir hatırlatmadır: Şampiyonluk otobüsü kalkıyor… İçinde oyuncular var, teknik heyet var, mücadele var… Ama tribün boşsa, o otobüs yokuşu çıkamaz.

TRABZONSPOR AZ BÜTÇEYLE KOPTU GELİYOR!

Dokuz maç, altı galibiyet, iki beraberlik ve sadece bir mağlubiyet...


Ama o tek mağlubiyet var ya, herkesin gözü önünde hakem kararlarıyla geldi! Yani sahada yenilmediler, yenildiler ama adalete! Bu çocukların emeğini kimse görmezden gelemez artık. 20 puanla zirveye selam duran Trabzonspor, hem oyunuyla hem de ruhuyla “biz buradayız” diye haykırıyor.
Ama asıl başarı, soyunma odasının sessiz kahramanı: Fatih Hoca!


Bütçe küçük, hedef büyük! Kadro genç, yürek dev! Ne bir yıldız şov var, ne milyonluk transferler... Ama sahada alın teri var, karakter var, hırs var!


Bu takım koşuyor, savaşıyor, asla pes etmiyor.


Trabzonspor bugün sadece bir takım değil, futbolun unuttuğu bazı değerlerin yeniden hatırlatılmasıdır. Fatih Hoca, Trabzonspor’a sadece oyun değil, karakter de oynatıyor. Gençleri sahaya sürmekle kalmıyor, onları özgüvenle donatıyor. Tribünleri ayağa kaldırıyor, rakiplere korku salıyor.
Ve en önemlisi: istikrar kokan bir futbol izletiyor bize. Her hafta bir başka genç yetenek çıkıyor sahneye, her maç bir başka hikâyeye dönüşüyor.

Bu şehir zaten tutkuyu iyi bilir, bu taraftar zaten cefayı sever...
Ama şimdi onlara biraz da umuda tutunmak düşüyor.
Çünkü bu oyun, bu inanç ve bu birliktelik, ligin sonunda meyvesini verir.
Vermez mi? Elbette verir! Bu form grafiği, bu oyun disiplini ve bu kenetlenme sürdüğü sürece, sezon sonu “Trabzonspor bu yarışta yok” diyenler susacak, Bordo-Mavili bayrak çok yükseğe dikilecek!
Ve herkes görecek: Parayla kurulan hayallerin değil, inançla büyüyen emeklerin yılı olacak bu sezon. Fırtına dindi sananlar, radarınıza dikkat edin... Çünkü Trabzonspor, sessiz sedasız zirveye yürüyor!
Üstelik rüzgârı arkalarına değil, yüreklerinden alarak!

KARADENİZİN RÜZGÂRI BUKEZ TRABZON’DAN ESTİ

Karadeniz’in hırçın dalgaları bu kez Rize kıyılarında değil, Trabzonspor’un erken bulduğu gollerde yankılandı. Süper Lig’in 9. haftasında oynanan Karadeniz derbisinde, Bordo-Mavililer deplasmanda Çaykur Rizespor’u 2-1 mağlup ederek kritik bir galibiyete imza attı.Derbiler, sadece puan mücadelesi değil; aynı zamanda karakterin, özgüvenin ve aidiyetin sahaya yansımasıdır. İşte bu yüzden bu galibiyet, sıradan bir üç puandan çok daha fazlasıydı Trabzonspor için. Özellikle de son haftalarda inişli çıkışlı bir grafik çizen takım adına.

Maçın henüz başında gelen Augusto’nun golü, Trabzonspor’un Rize’ye puan bırakmaya niyeti olmadığını gösterdi. Baskılı oyun, pas organizasyonları ve soğukkanlı duran top planlamaları… Hepsi bordo-mavili oyuncuların derbiye ne denli hazır olduğunu ortaya koydu. Onuachu’nun klasikleşen kafa vuruşuyla gelen ikinci gol, Karadeniz Fırtınasının ne kadar etkili esebileceğini bir kez daha hatırlattı.

Ancak futbol, iki devrelik bir oyundur. Rizespor ikinci yarıya adeta yeniden doğmuş gibi çıktı. Topa sahip olan, oyunu rakip sahaya yıkan, pozisyon arayan bir Rizespor izledik. Trabzonspor savunması ise ikinci yarıda adeta diken üstündeydi. Ancak futbol sadece baskıyla değil, sonuçla ölçülür. Rizespor’un çabası takdiri hak etse de, tabelaya yansıyan tek şey bir eksik kaldıklarıydı: Gol.

Maç sonunda skorbordda yazan 1-2, derbiyi kazananın Trabzonspor olduğunu gösteriyordu. Ama daha fazlası vardı bu galibiyetin satır aralarında. Erken gelen gollerle maçı koparabilen, zor anlarda savunma direnci gösterebilen bir takım görüntüsü verdi Trabzonspor. Bu galibiyet, sadece haneye yazılan üç puan değil; aynı zamanda takım içindeki güvenin, taraftardaki umudun ve teknik ekipteki planların karşılık bulduğunun da göstergesi oldu. Karadeniz’in iki güçlü temsilcisinin mücadelesi nefes kesti, kalite sundu, mücadeleyle yoğruldu. Ama sonunda kazanan, fırsatları değerlendiren, hataları affetmeyen taraf oldu. Derbinin galibi Trabzonspor, Karadeniz’in bu rüzgârlı haftasında rotasını yeniden zirveye çevirmiş oldu. (EFE KAAN ÖZTÜRK)

BETON HER ŞEYİ ÖRTER AMA DENİZ SUSMAZ

Mahallemizin büyüklerinden Sarı Mustafa, yani Mustafa Gayretli hep anlatırdı: Çocukluk değil, ömür dediğin; Faroz ile İncirlik arasında, Osmanlı, Uzunlu, Boklu kayalarının gölgesinde yaşanırdı. Taşlıktı oralar, ama biraz yürüdün mü, taşlar çekilir, kum serilirdi ayağının altına. İşte orasıydı bizim sahilimiz. Dalga kabarınca evin kapısına kadar gelirdi deniz. Geceleri sokak lambasının altı köpükle dolardı. Sabah yorgun değil, denizle dövüşmüş gibi uyanırdık. Ama bir gün bir yol geldi, 1966 ya da 67... Bir şerit asfalt geçti denizin üzerinden. Sadece sahili değil, çocukluğumuzu da götürdü. Yine de en güzel günlerimizi orada yaşadık.


Gözümüz Yoroz Burnu’na takılırdı. Karpuz motorunun bacasından duman çıktığında, iki deli denize fırlardı hemen. Motor kaçar, biz kovalardık.


Yakalanan karpuz, başla itilerek sahile taşınırdı. Bugün şehir, klimalı arabasında gezenleri anlatıyor. Ama biz, bir karpuz için yüzen çocuklardık.

Sahilde herkesin görevi belliydi. Biri midye toplar, biri ekmek alır, biri taşlarla ocak kurar, teneke sac üstünde midyeleri dizerdi. Midyeler nar gibi kızardığında, karpuz kesilir, ekmek kırılırdı. Ziyafet başlardı. Yemek de deniz gibiydi o zaman: paylaşınca güzeldi. Sonra güreş, Sonra maç, Yine sahilde… Rahmetli Zafer, Kadir, Nevzat, Ali Osman, Ethem, İstanbullu Orhan, postacının oğlu Şaban, Kenan ve selametlik Hakkı. Hepsiyle kumda top oynadık. “Çıkın, biz oynayacağız!” dediğimizde çıksalardı kavga olurdu.
Ama o bile güzeldi. Kardeşlikti. Biraz kan, biraz kum, çokça gülümseme… Deniz kabardıkça biz de kabarırdık. 3-4 metrelik dalgalara koşardık.


Dans eder gibi bir teknik isterdi bu iş. Aksi halde deniz seni çarpar, belini doğrultamazsın. Ama biz o dalgayı severdik. Çünkü o dalgada bile dostluk vardı. Bugün okul kitaplarında öğretilmeyen bir dersse o:
Dalganın ritmini anlamak. Sonra her şey değişti. Motorlu karpuzcular kayboldu, klaksonlar geldi. Midyeli sacın yerini fast food aldı.


Ve beton... Her şeyi örttü. Ama unuttukları bir şey var:
Denizin dili başka. Ve o dil susturulamaz.

Sarı Mustafalar, Kadirler, Hakkılar hâlâ o sahilde.
Bir kayanın ucunda oturuyor,
belki bir karpuzun başında kahkaha atıyorlar.
Belki de çocuklara göz kırpıyorlar.

Anlat onlara…
O sahili, o dalgayı, o dostluğu anlat.
Belki bir gün “biz oynayacağız” der çocuklar.
Ve artık kimse çıkmaz sahilden.

Çünkü deniz sonsuz değil.
Ama onu sevenlerin anısıyla hep yaşar.

Ve biz... O anıları unutmayanlarız.

MASADA BATERİ ELDE MELODİ

Faroz mahallesinde zaman, çay kaşığıyla karıştırılır…

Sohbetin tadı da, okey taşına siner!

Ders boş mu, kahveye koş!

Cam bardağa her vuruş, bir dakika.
Dakika şekersizse, muhabbet demli!

Ticaret Lisesi'nin üçlü kafadarı Metin, Ünsal, Abdullah. Ders mi boş? O masa doluysa sıkıntı yok. Kahvehanenin kapısından girerken taşlar bile ayağa kalkıyor sanki:
“Yine geldiler!”

Istakalar dizilir, hayaller sıraya girer. Taşlar karışır ama gönüller hep aynı renkte. Sessizlik çöker masaya. Ta ki… Metin’in bileği konuşana kadar!

Abdullah alt koltuğa eğilmişken, Metin’den "plak gibi" bir taş iner kafasına. Tokat değil ama tokat gibi. Abdullah bir anda döner:

Ne vuruyorsun!?

Metin elini ritmik şekilde sallar:
Ben vurmuyorum ki, ben vurmuyorum ki, ben vurmuyorum kiii!

Bir… İki… Üç… derken masa bateri setine döner.
Taşlar trampet, kahkaha bas davul. Okey, okey olmaktan çıkar, ritim oyunu olur. Çaylar köpürür, kahvehane kahkahaya boğulur. Çünkü burada şamar bile şakadır. Kavga mı? Olmaz. Olursa da barış çayı demlenir hemen.
Çocuklar kahvede büyür ama çocuklukları hiç büyümez. Bir mahalle düşün… Okey dört kişilik ama gırgır için dört mahalle yetmez!