Geçen hafta, içeriğinde Amerika da kaybolan “ 424.000 çocuk “  haberimden sonra, peki bizde durum ne, bizim kayıp çocuk rakamımız nedir? Diye bir araştırayım dedim...
Keşke demez olaydım!
TÜİK (Türkiye İstatistik) verilerine göre 2008-2016 yilları arasında resmi olarak kayıp müracaatı yapılan çocuk sayısı tam 104.000!
2017 yılı verilerinin de dahil edildiği rakam ise 178.641!
Düşünüyorum, bir çocuk ne kadar uzağa gidebilir ki?
Dehşet verici bir rakam!
 
2018 ve 2019  yilları arasında ki kayıp çocuk rakamlarına ise maalesef ulaşamadım.
Varın hesabı siz yapın!
Bu çocuklar nerede? Kimlerin ellerinde? Akıbetleri ne? Hiç bir fikrim yok.
 
Günlerdir yabancı basında gündemde olan kaybolan, tecavüz edilerek kanları içilen, yer altı tünellerinde tutularak türlü işkencelere mahkum edilen çocuk haberleri sonrası, ülkemde de böylesi büyük bir sayıya ulaşmak sarsıntı verici bir durum.
Dünyanın en kıymetli varlıklarından biri olan çocukların savunmasız bir şekilde, arkalarında tek bir iz bile bırakmadan ortadan kaybolmasının izahı nedir onu da bilmiyorum.
 
Sahi nerde bu çocuklar?
 
Bu arada IMF’den borç isteyen Sahraaltı Afrika ülkelerine IMF iki şart koşmuş.
1)Çocuklara sadece IMF’in önerdiği aşılardan yapılması
2)Seçtikleri çocuklara mikroçip takılması
 
Umarım durumun vehametini daha iyi anlarsınız.
 
*********
Geçen akşam konuştum annemle.
Ne yapıyorsun? Diye sordum.
Ne yapayım, maske dikiyorum, dedi.
Annem ve babam 65 yaş sınırı oldukları için sokağa çıkamıyorlar, ama kapıya gelene karşı da kendilerini riske atmak istemediklerinden dolayı maskeye ihtiyaçları var.
Maske, kolonya gelmedi mi? Dedim.
Yok, dedi... Ne gelen var, ne giden!
Yani, altı üstü bir maskeydi dağıtılacak olan...
“İstanbul ve Ankara Büyükşehir Belediyelerine verilip dağıtılmasın, bundan nemalanılmasın, diyerek yapılan şu eziyete, bu mağduriyete gerek var mıydı?
İstanbul Belediye Başkanı Ekrem İmamoğlu değil de Binali Yıldırım, Ankara Belediye Başkanı Mansur Yavaş yerine Mehmet Özhaseki olsaydı yine bu inat, bu didişme olacak mıydı?
Olmayacaktı elbet...
Peki şimdi ne oldu?
Ne oldu biliyor musunuz?
İyiliği bile böldünüz!
En basitinden , çocukluk yıllarından beri güzelliklerle andığımız Kızılay kurumuna dahi olan güveni kaybettirdiniz.
İnsanları sadece kendi partililerine yardım etmeye zorladınız.
Artık insanlar fitrelerini, zekatlarını sadece kendi partisinden olana vermeye başlar oldu.
Siz yaptınız bunu?
Halk değil... Siz!
İyi mi oldu böyle?
 
**********
Sosyal Medyada takipleştiğim Sevgili Müzeyyen Hanım paylaşmış fotoğrafı. Trabzon Opera binasıymış.
Görseniz nasıl güzel, nasıl heybetli bir bina...
Muhteşem bir tarihi eser. Bu gün yapılmaya kalkılsa olmaz. O derece yani.
Fotoğrafı hayran hayran izlerken, “aa ne güzel meğer Trabzon da opera binası varmış, korona bitsin, ölmez kalırsam bu defa gittiğimde mutlaka binayı ziyaret edeceğim.” Dediğim an, sevgili Sunay Akın yorum yaptı resmin altına...
“ Bina 1900’lerin (1908 olabilir) başında Kırım Harbi sırasında Trabzon’a yerleşen İtalyan kökenli Krito Kafato’nun yakınları tarafından yapıldı. Tiyatro ve müzik salonu olarak daha sonra da sinema olarak kullanıldı. 1958/59 yıllarında da kişisel kavgalar yüzünden DP döneminde yol açmak için yıkıldı!”
Yazılanları okuyunca yok artık dedim kendi kendime!
Kızdım, kızdım, kızdım...
Nasıl bir düşmanlıktır bu? Kime bu nefret? Nasıl insanlarız biz? Neden bu kadar çok seviyoruz  yakıp yıkmayı? Gelişmeyecek mi bize kodlanan bu çadır kültürümüz?
Hayır yani, yolu 3 metre öteden geçirsen ne olur? Ya da geçirme! İptal et! Başka yerden ver güzergahı!
Ama olur mu? Kolayından yıkmak varken, korumak da ne demek oluyor?
Kendi kendime konuştum durdum kızgın bir ruh halimle!
Sonra yine İtalya da dağ başında tek bir taşı görmek için verdiğim 25 Euro’yu hatırladım.
Çok üzüldüm çok!