Tarihi olaylara ideolojik bakılması ve değerlendirmelerin bu minvalde yapılması gerçeklikten uzaklaşmamak kaydıyla çok da yadırganacak bir durum değildir.
Zira yeryüzünde ideolojisi olmayan tarihçi yoktur. Az veya çok hemen her tarihçi ele aldığı olayı kendi süzgecinden geçirerek değerlendirir. Bunda tarihçinin yetiştiği koşullar, ailesi, içinde bulunduğu ortam etkili olur.
Tarihçilerin ideolojik yaklaşım yapması belli bir oranda doğru kabul edilir fakat bu durum asıl gerçekliği çarpıtma anlamına gelmemelidir. Maalesef ülkemizde bazı guruplar, tarihsel gerçekleri tersyüz edip, olayları geliştiği şartların dışında olağan akışından kopararak ele almaktadır.
Türk tarihçileri arasında en fazla görüş ayrılığı yaşanan meselelerden biri de Lozan Antlaşması’dır. Zira Türkiye’de bir kesim, bu antlaşmayı ihanet veya hezimet olarak görürken, bu fikre karşı duranlar ise Lozan’ı diplomatik zafer olarak tanımlamaktadırlar.
Bazı tarihçiler Lozan Antlaşması’nın baştan aşağı teslimiyet metni olduğunu, cephede kazanılan zaferin masada kaybedildiğini iddia etmektedir. Buna karşın bazıları ise Lozan Antlaşması’nı tarihi bir zafer olarak nitelendirmektedirler.
Burada şunu ifade etmek gerekir ki aslında Lozan Antlaşması, her iki değerlendirmenin de dışında bir yerde durmaktadır. Zira diplomasi masasının etrafında oturan tarafların imzaladığı bir anlaşma, aslında bir uzlaşının sonucu ortaya çıkmaktadır. Uzlaşı ise her iki tarafın belli konularda geri adım atması anlamına gelmektedir. Buradaki ölçü, hangi tarafın haklarından daha fazla feragat ettiğidir.
Lozan Antlaşmasına bakıldığında Boğazların yönetimi, Patrikhane’nin statüsü, Osmanlı Borçları, savaş tazminatı, Batı Trakya sınırı, Musul ve Kerkük’ün aidiyeti gibi meselelerde Türk tarafı geri adım atmıştır.
Buna karşın kapitülasyonlar, Ermeni ve Kürt devleti projesi, nüfus değişimi, yabancı okullar meselesi gibi hususlarda da karşı tarafın tavizler verdiği görülmektedir.
Tüm bunlar neticesinde şunu ifade etmeliyiz ki, Türk tarafı içinde bulunduğu siyasi ve askeri koşulların da etkisiyle masadan daha fazla taviz vererek kalkan taraf olmuştur. Zira 1911’den 1922’ye kadar geçen 11 yılda Trablusgarp Savaşı, Balkan Savaşı, Cihan Harbi ve Kurtuluş Savaşı gibi yıkıcı badireler atlatan Türkiye’nin, Lozan’da yeni bir savaşa sebep olacak gelişmelerden uzak durduğu anlaşılmaktadır.
Lozan Antlaşması ile ilgili ortaya çıkan bu anlaşmazlıklar zamanla konuyla ilgili bilgi kirliliğinin de görülmesine neden olmuştur. Antlaşmanın gizli maddelerinin olduğu, 100 yıl sonra (yani bugünlerde) Musul ve Kerkük’ün Türkiye’ye verileceği, Ege adalarının Lozan’da elimizden çıktığı gibi tarihi temelleri olmayan iddialar ortaya atılmıştır.
Lozan Antlaşması ile ilgili olarak yapılan ideolojik ve toptancı yaklaşımlar tarihi gerçeklerden uzaklaşılmasına, zamanla yukarıda örneği verilen yanlış bilgilerin yayılmasına neden olmuştur.
Her iki uç noktadan yani zafer ve hezimet kavramlarından sıyrılarak ideolojik yaklaşımlarımızı olabildiğince sınırlayıp olaylara gerçekçi bir gözle baktığımızda Lozan Antlaşması’nın Türk tarafı ile Avrupalı güçler arasında imzalanan bir uzlaşma metni olduğu açıkça anlaşılacaktır.
Zaten uluslararası bir antlaşmayı “hezimet” veya “zafer” olarak nitelemek veya bunun üzerinden kamplaşma yaratmak çok da sağlıklı bir yaklaşım değildir.