Son zamanların en çok konuşulan konusu, değişim ve gelişimdir. Dinamik bir hayatı yaşamak zorunda olan insanın değişmesi, gelişmesinin ön şartıdır. Değişmeden gelişme olmaz; ancak her değişme de gelişme olarak kabul edilmez. Değişmenin gelişme kabul edilmesi, iyi ve olumlu yönde olmasına bağlıdır. Değişmeden gelişmenin olmasını beklemek boşunadır. O halde, gelişmek için mutlaka bir değişmenin olması gerekir. Bu değişme, hem kişisel gelişim için, hem de ülkenin gelişimi için şarttır. Ancak öncelikle insanın gelişiminin sağlanması gerekir ki, ülkenin gelişimi yolunda önemli bir adım atılmış olsun.
 
Değişimin itici gücü, hiç kuşku yok ki, eğitimdir. Bu eğitim sadece örgün eğitim değil, yaygın eğitim ve hatta informal eğitimdir.
 
Eğitimin gelişmenin itici gücü olabilmesi, eğitimin temel unsuru olan öğretmenlerin “yaşam boyu eğitim” etkinliklerinden yararlanmaya bağlıdır. Öğretmenlerin sürekli bir gelişim gösterebilmeleri için, onların sürekli bir eğitim içinde olmalarını zorunlu kılar. Milli Eğitim Bakanlığı, Öğretmen Eğitimi Genel Müdürlüğü marifetiyle, okullarda görev yapan tüm yönetici, öğretmen ve diğer personelin gelişimlerine katkı yapmaya çalışmaktadır. Böyle bir sürecin etkin olması, elbette ki, sürecin kaliteli bir biçimde sürdürülebilmesine bağlıdır. Böyle bir eğitim sürecinin kaliteli olmasının temel şartı, bu eğitimden yararlananların, bu eğitimin gereğine inanmış olmalarıdır. Eğer ilgililer, bu tür eğitimlerin kendilerine değil, bir üst makamdakilere verilmesi gerektiğine inanıyorlarsa, hizmet içi eğitimlerin kalitesi kendiliğinden düşecektir. Bu durum sadece bizde böyle değil, gelişmiş ülkelerde de benzer anlayışın az ya da çok olduğunu söylemek mümkündür. Nitekim,Stephen R. COVEY (2005) “Sekizinci Alışkanlık, Bütünlüğe Doğru”(Sistem Yayıncılık), kitabında, konferanslarında dinleyicilerine şöyle bir soru yönelttiğini söylemektedir:
 
“Bu anlatılanları kaçınız beğendiniz? Ama buna gerçekten ihtiyaç duyanların burada olmadığı hissine kapıldınız?” diye sorduğumda, bir kahkaha atılır ve çoğunun eli havaya kalkar. Yani, evet çok güzel şeyler söylüyorsunuz, ama bunları bize değil, eşimize anlatın; müdürümüze anlatmalısınız; müfettişlere anlatsanıza… Gibi tepkiler aldığını belirtmektedir. Bu tür tepkiler bana çok tanıdık geliyor. Bu tür tepkilerle seminerlerimde ve konferanslarımda çok sık karşılaşırım. Bu tür tepkiler demek ki, sadece bizde olmuyor, gelişmiş toplumlarda da oluyor.
 
Aslında konu şu, herkes değişmenin gerekli olduğuna inanıyor, ama değişime kendisinden başlamayı düşünmüyor. Değişim olsun, ama başkaları değişsin!.. Nasıl olacak? Başkası değişmezse o zaman biz hiç değişmeyeceğiz, demektir. Daha doğrusu, biz değişmeden başkasının değişmesini nasıl talep edeceğiz? Bir atasözü, “Zaman sana uymazsa, sen zamana uy” diyor… Çok yanlış değil… Zamanı değiştiremezsin, ama kendin değişebilirsin. Kendin değişmelisin. Ama bu değişmenin dozunu iyi ayarlamak gerekir; cinsiyetimizi bile değiştirmeye kalkmayacak türden bir değişimden söz ediyoruz…
 
Bilgenin biri, gençliğinde bütün dünyayı değiştirmenin çabası içinde olarak 40 yaşına geldi. Baktı ki, dünya değişmiyor, bari ülkemi değiştireyim dedi, geldi 50 yaşına. O da olmadı, bari kentimi değiştireyim dedi, yaşı 60 oldu, onu da gerçekleştiremedi. Ailesini değiştirmek istedi, 70 yaşına geldi, onu da başaramadı… 70 yaşına geldikten sonra “bari kendimi değiştireyim” dedi, dünyasını değiştirdi. Keşke kendisinden başlasaydı. Bu gerçeği anlamak için gelin 70 yaşına gelmeyi beklemeyelim. Kişisel gelişimimizi sağlamak üzere bireysel ve kurumsal bütün imkânları seferber edip, gelişelim. Başkasının değişmesi ile bizim değişmemizin imkânsız olduğunu unutmayalım…