Yaşadığımız son depremden sonra televizyonlarda yorum yapan bazı kişiler, insanımızın çok geniş evlerde oturduğunu, hâlbuki bütçelerini geniş evler yerine, Japonlar, Avrupalılar gibi küçük ama sağlam yapılı evlere harcamaları gerektiğini bildirmektedirler. Bu önerilerin mantıklı ve kabul edilebilir tarafları vardır. Fakat her toplum kendi kültürü üzerine yaşamını sürdürmekte, toplumların kültürlerini büyük bir şekilde dini anlayışları şekillendirmektedir. Türk toplumunun büyük evlerde oturmasının en büyük etkenlerinden birisi de namahrem anlayışı olmuştur.

Farsçada olumsuzluk yapmak için kullanılan nâ ön eki ile Arapça “haram kılınmış” manasındaki mahrem kelimelerinin birleştirilmesiyle oluşturulan namahrem kelimesinin “nikâh haram olmayan” anlamı bulunmaktadır.

Dini kavram olarak da bu kelime, evlenilmesi haram olmayan, helal kılınan manalarını içermektedir. İslam dininde de bir kadının kendisine nikâh düşen kişilerden (namahremden) uzak durması istendiği için namahrem algısı çok geniş bir alana yayılmış, bu nedenle kadınlarımız çarşı pazarda değil evin içinde çok daha rahat eder hâle gelmişlerdir.

Bu hassasiyetimiz nedeni ile toplumumuzda misafir salonlu, kadınların rahat çalışabileceği geniş mutfaklı, ebeveyn banyolu evler yapılmaya başlanmıştır. Amerikan tarzı mutfaklı evlere bizim toplumuzda pek itibar edilmemiştir. Hatta evin içini gösteriyor diye insanımız ilk zamanlarda balkonlu evlere bile sıcak bakmamıştır.

Biz Türkler çok merhametli, çok duygusal olmamıza, felakete uğraşım insanımıza tüm benliğimizle yardıma koşmamıza rağmen, depreme maruz kalmış bir aile ile evimizi kolay kolay uzun süre ile paylaşmayız. Hatta başkalarının mahrem alanlarına çok büyük saygı duyduğumuz için depremzede vatandaşlarımız da böyle bir misafirliği kabul kolay kabul etmeyeceklerdir. Türk halkından geniş çaplı bir Ensar tavrını beklemek doğru değildir. Bütün bunlara rağmen elimizdekini infak etmede bize benzeyen bir millet de az bulunur.  

Tüik verilerine göre Türkiye’de hane başına düşen insan sayısı 2008 yılında 4 iken 2021 yılı verilerine göre bu sayı 3.23’e düşmüştür. Bu sayı gün geçtikçe düşmeye devam etmekte, evlerde neredeyse kişi başına elli metrekarelik alanlar bulunmaktadır.

Konforundan taviz vermeyen, ama lüks evlerde yaşamayı isteyen insanımız, kaliteliyi ucuza almanın yollarını aramaya başlamış, vatandaşın taleplerini araştıran, onların isteklerini yerine getirmeye çalışan açgözlü müteahhitlerimiz de inşaat maliyetinden kısarak, gösterişi olan, geniş alanlı evleri onların hizmetine sunarak hem onları mutlu etmiş, hem de aç gözünü doyurmuştur.

Zaten Türkiye’de dairlerin binalar daha yapılmadan topraktan satılması, insanımızın binadan daha fazla daireden beklentisi olduğunun göstergesi olmaktadır.

Biryandan manzarası olan, güneş alan, geniş cam balkonları, içi güzel donatılmış konforlu ev talepleri; diğer yandan toprak sahibi kişilerin müteahhitleri sıkıştırarak onlardan yüzde ellilere varan arsa payı istekleri, beri taraftan artan inşaat maliyetleri, ahlaki eksikliklerimiz, mütahitlerin memurların yüz yılda kazanamayacakları paraları bir yılda kazanma hırsları;  ortaya betondan, çimentodan, kumdan, işçilikten çalınmış, göze hitap eden, albenisi yüksek evlerin oluşmasına zemin hazırlamıştır.

Türkiye’nin her yöresinde bazı uyanıklar, belediyelere encümen veya çalışan olarak girmekte, daha sonra imara açılması muhtemel yerleri sahiplerinden çok ucuz fiyata almakta,  sonra bu yerleri imara açarak vurgun yapmaktadırlar. İmara açılacak yerlerin imara uygun olup olmadığına zeminin uygunluğu değil, belediyedeki arsa sahiplerinin rızası belirleyici olmaktadır.

Elbette depremde yıkılan evlerde ihmali olan kişilerin bulunup en ağır şekilde cezalandırılması gerekmektedir. Fakat bu yaşam tarzımız ile yeni müteahhitler bulmamız çok uzun sürmeyecektir. Çünkü birçoğumuz ahlaksızlıktan, namahremden kaçar gibi kaçmakta; fırsatını bulduğumuz ilk anda namahrem olan ile nikâh kıymaktan kaçınmamakta bunu da mübah saymaktayız.