Fındığın menşei, insanın tabiatı ehlîleştirdiği ilk devirlere kadar gider. Kim bilir belki de insan, bir fındık dalının altında eğilip kabuğunu kırdığı vakit, medeniyetin ilk sesini çıkarmıştır. O “çıt” sesi, taş devrinin çakmaktaşından, Osmanlı helvacısının havanına, bugünün çikolata makinasına kadar hiç değişmeden gelir. Bir yemişin sesiyle insanlık tarihinin ritmi aynıdır. Sabırla bekler, kabuğunu korur, sonra olgunlaşır. Fakat elbette ki fındığın kıssası yalnız tabiatla ilgili değildir. Aynı zamanda iktisadın, kültürün ve mizahın da hikâyesidir. Her çağda fındık önce nimet, sonra gelir, nihayetinde bir karakter olmuştur. Antik Yunan hekimleri onu ilaç saymış, Osmanlı muhassılı vergi kalemine dâhil etmiş, Cumhuriyet devrinde ise bir kimlik simgesine dönmüştür. O hâlde bakalım görelim ki bu dönüşümden evvel bu küçük yemiş, yolunu nice yürümüştür.

TAŞ DEVRİNDE KABUK SESLERİ
Fındığın tarih sahnesine çıkışı, insanın avcı-toplayıcı hâlinden ziraat erbabına dönüşmesinden çok evveldir. Arkeologların bulduğu en eski fındık kabukları, beşeriyetin el emeğiyle tanışmadan evvel dahi bu meyvenin değerini bildiğini gösterir. İskoçya’nın Colonsay Adası’nda M.Ö. 8000 senesine ait yığınla fındık kabuğu bulunmuştur. Anadolu’da dahi, Giresun ve Ordu civarındaki höyüklerde benzer kalıntılara tesadüf olunmuştur ki bu da fındığın bu zamanda hem Avrupa hem de Anadolu coğrafyasının kadîm sakini olduğunu göstermektedir.

O çağlarda insanlar, fındığı yalnız bir gıda olarak değil, cemiyet olmanın vesilesi olarak da benimsemişlerdir. Norveç’teki arkeolojik yığınlar, fındığın topluca toplanıp paylaşıldığını işaret etmesi “fındık zamanı” dediğimiz merasimin, aslında on bin senelik bir âdetin yankısı olduğunu aşikâr etmektedir. Dolayısıyla Karadeniz köylerinde hâlâ duyulan “fındık vakti geldi mi herkes tarlaya iner” sözü de o eski cemaat ruhunun bugüne taşınmış hâlinden başka bir şey değildir.

FINDIĞIN ŞİFALI YÜRÜYÜŞÜ
Roma İmparatorluğu’nun doğusunda yükselen İslâm Medeniyeti, doğayı yalnız rızık kaynağı olarak değil, aynı zamanda Hakk’ın kudretine dair bir kitap olarak telâkki etmiştir. Bu yeni anlayış içinde fındık da hem gıda hem devâ olarak yerini bulur. Dünya hekimlerince hekimlerin sultanı kabul edilen İbn-i Sînâ, el-Kânûn fi’t-Tıbb adlı meşhur eserinde fındığı “mizâcı mutedil” gıdalar zümresine dâhil eder. Yani ne fazla sıcak ne fazla soğuk, kısacası denge sahibidir. İbn-i Sînâ’ya göre “fındık, beyni takviye eder, mideyi yumuşatır, sindirimi kolaylaştırır ve iç organların soğuk illetlerine şifa verir.”

Bazı kadim nüshalarda, fındığın ezilerek zeytinyağıyla karıştırılıp başa sürülmesinin “melankoliye deva” olduğu da yazılıdır ki bu tavsif, asırlar öncesinden bugünkü hâlet-i rûhiyemizi dahi tarif eder gibidir. Anlaşılan o ki fındığın ve zeytinin yağında bir araya geldiklerinde vâr ettikleri bir neşe gizlidir. Sanki çikolatanın bugünkü “mutluluk verici” kudreti, o vakitlerde fındığın özünden sezilmiş gibidir. Nitekim Arapça metinlerde fındık “bunduq” ismiyle anılır. Bu kelime, daha sonra Farsça’ya ve Türkçeye aynen intikal etmiştir. “Bunduq”un anlamı “küçük ama kudretli” demektir. İbn el-Baytar, Kitâb el-Câmi‘ li-Mufradâti’l-Edviyye ve’l Agziye adlı eserinde fındığı, “vücudu ısıtan, yorgunluğu def eden, kuvveti artıran” bir unsur olarak tavsiye eder. Hatta onun toz hâline getirilip bal ile karıştırılmasını “tükenmiş mizacı diriltir” yani kudret bahşeder diyerek övmesi de bundandır

ŞAMAN TÜTSÜSÜNDEN KÖY OCAĞINA
Aziz okurlar, kadim milletimizin kadîm inanç ve destanlarında, ağaç bir mahlûk değil, bir sırdır. Gök ile yerin, ruh ile maddenin arasında köprü kuran bir canlıdır. Orta Asya bozkırlarında yaşayan atalarımız ve yüce ruhları, ağaçlara yalnız gölge değil, kudret de izafe ederdi. İşte bu kutsal silsile içinde fındık ağacı, “hayat ağacının küçük kardeşi” olarak anılırdı.

Uygur Kağanlığı’nın rivayetlerinde şöyle bir kıssa vardır: “Tuğla ve Selenga ırmaklarının birleştiği yerde bir kayın ve bir fındık ağacı bitmiş. Yer yarılmış, içlerinden beş çocuk çıkmış.” Bu rivayet, yalnız mitolojik bir masal değil, doğanın rahminden insanın doğuşunu sembolize eden bir inançtır. Fındık burada bereketin, doğurganlığın ve hayatın devamlılığının bir başkaca nişânesidir. Türk’ün, tabiatı düşman değil, ana olarak görmesinin, ağacı kesmenin bir korkudan sebep değil, tabiata ve canlıya duyulan saygıdan, hayatın onlara borçlu olmasından ileri gelmektedir.

Bozkırda fındık ağacı nadir olsa da onun hayali Türk zihinlerinde hep mevcuttu. Şamanlar, ruh çağırma ayinlerinde fındık dallarını yakarak tütsü yapar, çıkan dumanla kötü ruhları defederlerdi. Bu kadîm âdetin yankısıdır ki Orta Asya’dan Anadolu’ya bir çığ gibi akan Türk kavimlerinin bir hatırası olarak Karadeniz köylerinde bazı büyükanneler, bahar tütsüsüne mutlaka bir parça fındık dalı katarlar. Bu, kadîm Asya rüzgârının binlerce yıllık dua kokusunun bugüne sızmış hâli değildir de nedir?

İşte bu dua ile Türklerin Anadolu’ya yerleşmesiyle beraber fındık, kültürün bir parçası olur. XI. asırdan itibaren Karadeniz kıyılarına gelen Türk boyları, fındığı tanıdıkça ona kendi hikâyelerini giydirirler. Mesela doğanın dileği olarak kabul edilen “fındık ağacının altında dilek tutulmaz,” derler. Bu dönemlerde Türk Mutfağı’nda fındığın adı da başkaca geçmeye başlar. Orta Asya’da kavrulmuş tohumlar nasıl enerji kaynağıysa, Anadolu’da fındık o işlevi görür. Türkler süt, bal ve unla karıştırıp fındıklı macunlar yapar hem kuvvet hem şifa niyetine yerlerdi. Eski hekimler buna “tabii gıda” derdi. Fındık, yalnız mideyi değil, morali de takviye ederdi. Belki de bu yüzden köylerde çocuklara “fındık kırma yarışı” yaptırmak, bir nevi dayanışma oyunu sayılırdı. Bu oyun hâli büyüklerin dünyasında “fındık kabuğu kadar dünya” sözü ile derinleşirken, küçüklerin dünyasında ise “fındık kabuğunda gizlenmiş mucize” motifiyle genişlen bir masal olarak karşımıza çıkar. Böylelikle bu küçük yemiş küçüklüğüyle tevazu, içindekiyle kudret sembolü olur.

İKTİSAT VE SOFRADA FINDIK
Büyük Roma İmparatorluğu’nun mirasını devralan Osmanlı İmparatorluğu devrinde fındık, kayıtlarda hem bir vergi kalemi hem saray mutfağında bir lezzet unsuru hem de halk hikâyelerinde bir mizah vesilesidir. Yani fındık hem imparatorluğun hem milletin defterine yazılmış bir nimet olarak yerini daha da sağlamlaştırmıştı.

Kayıtlara bakıldığında fındık “rüsûmât-ı bağ ve bahçe” arasında zikrolunur. Her beş dönüm fındıklık için bir akçe vergi kaydedilmiştir. Bu demektir ki, devlet, fındığın bereketini hem teşvik etmiş hem düzen altına almıştır. Bazı sancak defterlerinde “fındıklık karyeleri” ibaresi geçmesi de bu köylerin doğrudan fındık üretimiyle tanındığının bir göstergesi olmuş, Ordu, Giresun, Tirebolu, Akçakoca, Amasra ve Sinop çevresi, XVI. asırdan itibaren “fındık diyarı” olarak anılmıştır.

Topkapı Sarayı’nın mutfak kayıtlarında da fındığın adına sıklıkla tesadüf edilir. Özellikle helvâhâne kayıtlarında fındığın helvalara, aşurelere, baklavalara ve daha nicelerine misafir olduğu görülür. Bu kayıtlar, fındığın yalnız halk yemeği değil, saray zevkinin de parçası olduğunu ispat eder. Lâkin fındığın Osmanlı dünyasındaki değeri yalnız sofrada değildir. XVIII. asırda Sinop, Trabzon ve Samsun limanlarından Rusya, Polonya ve Avrupa’ya binlerce kantar fındık ihraç olunurdu. Arşivde “Frengistân’a gönderilen fındık sandıkları” ibaresiyle karşılaşılır. Bu ticarî canlılık sayesinde, Karadeniz liman şehirleri zenginleşmiş, halkın geçimi güvence altına alınmıştır. Fındık, küçük hacmine rağmen büyük kazanç getiren bir mahsul olmuş, bu yüzden “sessiz gelir” diye anılmıştır.

BEREKETTEN BİLANÇO’YA YENİ PERDE
Aziz okurlar, kanaatimce fındık, bugün doğduğu topraklarda sanki bir garip gurbete düşmüş gibidir. Zira küresel pazarın hırsı, sermayenin aceleciliği, sabrın ve emeğin yerini almaktadır. Vaktiyle “hasat zamanı” dua ile başlardı; şimdi “piyasa vakti” borsa ekranlarında okunur oldu. Fındık bahçesinin sahibi artık köylü değil; çoğu zaman bir şirketin muhasebe defterinde bir satırdan ibaret. Böyle olunca fındığın bereketi, toprağın değil, bilançonun meselesi hâline geldi.

Bugün Türkiye ile İtalyan çikolata devi Ferrero arasında yaşanan fındık buhranı, yalnız ticari bir mesele değil, dünya gündeminde yankı bulan bir vakadır. Malumdur ki dünyanın en büyük üreticisi Türkiye, en büyük alıcısı ise Ferrero’dur. Ancak bu kadim alışveriş, artık bir medeniyet sohbetinden ziyade, soğuk bir pazarlığa dönmüştür. Taraflar arasındaki bu kriz, bir tarım ürünü anlaşmazlığından çok daha fazlasını anlatır; küresel gıda zincirinde güç, bağımlılık ve güven dengesinin ne kadar kırılgan olduğunu gösterir. Türkiye üretimde başı çeker, Ferrero ise alımda neredeyse tekel konumundadır. Fakat tabiatın değişkenliği, iklimin dönüşümleri ve piyasa dalgalanmaları bu bağı zaman zaman nimet olmaktan çıkarır, krize çevirir.

Ferrero’nun alımlarını erteleme kararı yalnız bir ticari hesap değil, aynı zamanda pazar üzerindeki nüfuzunun bir imtihanıdır. Türkiye’nin verdiği tepki ise sadece üreticisini koruma gayreti değil, aynı zamanda ulusal gıda egemenliği tartışmasının bir parçasıdır. Bu noktada mesele, fındığın fiyatından ziyade, kimin kuralları koyduğu sorusuna dayanıyor. Asıl kriz ise fındığın azlığında değil, üreticiyle alıcı arasındaki güven bağının zedelenmesinde gizli. Zira Ferrero Türkiye’den uzaklaştıkça sadece tedarik hattını değil, yıllardır oluşmuş yerel ekosistemi de riske atmaktadır. Türkiye’nin de tek bir alıcıya bu kadar bağımlı kalışı, tarımsal çeşitlilik ve pazarlama stratejisi bakımından bir zafiyet doğurur.

Trabzon’da Bugün 10 Kişi Hayatını Kaybetti! İşte Vefat Edenlerin Tam Listesi
Trabzon’da Bugün 10 Kişi Hayatını Kaybetti! İşte Vefat Edenlerin Tam Listesi
İçeriği Görüntüle

Toprakla dost olanın nasibi eksilmez hiç, Nefsiyle yarışanın ömrü bereket bilmez hiç. Vesselam

Kaynak: HABER MERKEZİ