Söz uçar yazı kalır. Yazının birçok nevi var. Nesir mi yoksa şiir mi? Fransız şair Saint-John Perse’in, İsveç Kralı VI. Gustave Adolf’un elinden 1960 Nobel Edebiyat ödülünü aldığı o görkemli törende yaptığı konuşmadaki ilk cümleleri hatırlayalım: “Burada şiire karşı gösterilen saygı ve yapılan övgüyü, bir an önce kendisine yetiştirmek istiyorum. Şiir, her zaman öyle pek bir saygı görmüyor. Şiirle, maddenin tutsağı olmuş bir toplumun uğraşıları arasındaki mesafe, gün geçtikçe artıyor da ondan…”

Şunu belirtelim ki nazmın, daha çok anlık, yoğun ve çarpıcı etkiler yaratmak için kullanılan vezin veya kafiyeli bir yazı biçimi; düzyazının ise fikrin emrinde, detaylara inen ve okuyanda devamlı bir tesir uyandırmaya yarayan bir tür olduğu ifade edilegelmiştir. Nesir genellikle şiirsel bir sanat kaygısı gütmeksizin, bir his veya düşünceyi derli toplu, değişik yorum ve değerlendirmelere meydan vermeyecek şekilde ifade ediş biçimidir. Yapacağımız alıntılarda da belirtileceği üzere nesir oturmuş, neyi savunduğu veya neye karşı çıktığı belli olan bir düşüncenin, daha çok zihne ve idrake hitap edişinin sonucu ve ürünüdür. İmkânları bellidir ve şiire, şiirsel duruma nazaran farklıdır. Nesir, “efradını câmi, ağyârını mâni” olmak kaygısındadır. Bir kişiyi, durumu, olayı ya da olguyu bir çerçeve içine almak, genellemelere ve standartlara varmak gayesi güder ve bu durumuyla şiirden tamamen ayrılır. Zira şiir veya şiirsel ifade, tek ve biricik anlamın, herkeste aynı hissi ve düşünceyi uyandıracak kısır söyleyişin tamamen zıddında yer alır.

Nesir tanım ve tarif yapar şiirse tanım ve tarifleri kırmak, bozmak, değiştirmek ve deforme etmek ister. Zira şiirsel söz, pek çok ve değişik anlamları, imajları yüklenebildiği, içerebildiği, bir ve değişmez anlamı bozduğu ve çoğalttığı oranda başarıya ulaşır. Bu manada şiirin, nesren ifade ve izahı mümkün olmayan, nesre çevrilemeyen, nesirle kuşatılamayan, nesirleşemeyen söz olduğu ileri sürülmüştür.

Şiiri koruduğu zehabıyla nesire saldıran şair sayısı oldukça kabarık. Halbuki nesir de şiirde bir ifade biçimi. Şairlerin roman, hikâye ve deneme okumadıklarından değil; aslında nesri bahane ederek sevmedikleri yazarlara saldırmalarından ibarettir mesele.  Akıllı olsalardı Baudelaire gibi yapar, nesri esir alırlardı şiirleriyle. “Şair ol nesirde bile,” diyebilen biri yazabilirdi ancak “Paris Sıkıntısı”nı.

Melih Cevdet Anday şiiri şöyle anlatır; Biz bir görüntüyü tam olarak algıladığımızı sanıyoruz; oysa bu görüntü çeşitli öğelerden kurulmuştur. Bu öğelerden biri değişirse, bütün görüntü değişebilir. Satranç tahtası gibi. Herhangi bir hamle bile, oyunu değiştiriyor. Yağmur yağmadan önceki görünü ile yağmur yağdıktan sonraki görünü bütün öğeleriyle değişmiştir. Öyleyse kurulan yapı, şiirsel yapı, bir matematik işidir. Şiirle matematiği yan yana düşünmek hiç de yadırgatıcı gelmemelidir.

Yukarıdaki cümleleri nesir içinde söyleyebiliriz. Şiir atına binseler de nesrin uçsuz bucaksız vadilerinde kimler dolaşmamıştır ki. Şair Tanpınar’ı huzursuz edip Huzur’u yazdıran ayrıntılı anlatma isteği değil midir: “Şiir, söylemekten ziyade bir susma işidir. İşte o sustuğum şeyleri hikâye ve romanlarımda anlatırım. Onun için mümkün olduğu kadar kapalı âlemler olmasını istediğim şiirlerimin ana hatlarını roman ve hikâyelerim verir…”

Bence şiir de nesir de; yaşamın renklerinin armoniyle, kelimelere yansıması... Ütopyanın gerçeğe dönüştüğü gönül evinde büyür ve çoğalır... Ne kadar samimi ve içtense yazılanlar o derece etkilidir ikisi de... Okuyanları sarhoş eden de bu sıcak ve ışıklı yoldur...

Sırtlanlar serenadı

 

Dilrübâ sırtlanlar sırıtıyor bak,

Kamyonlar seni ezer Çocuk, muhakkak...

Kerli ferliler yasalarıyla,

Yarasaları serçelerden

Çok daha fazla koruyacak.

Sel gider kum kalır diyorsun Çocuk,

Kum kalır bu doğru fakat gül kalmaz;

Güller kalmaz, kuşlar kalmaz inan ki Çocuk

Sırtları sağlam yere dayalı sırtlanlar

Pek dilrübâ sırıtırlar Çocuk...

Canavarlar ve cinayetler çoğalır;

Ortada seni seven tek kul kalmaz...

O ürkek kumrudur ki senin ruhun,

Yakındır, yokluğundan yakınan bir kul kalmaz.

Kalmaz inan ki Çocuk...

İskete iskeletleri ağaç dibinde,

Dilrübâ sırtlanlar sırıtır Çocuk...HÜSREV HATEMİ

kahveKahve

Cevap vermiyor hayat telefonlarıma eskiden kapılar vardı

çalınır girilirdi bir kahveye göre biçimlenirdi dinler

tenler ve ruhlar falda hep güvercinler çıkardı

telveler suçlanırdı bir şey çıkmazsa aşk çıkmazsa

yol çıkmazsa parfüm kokulu tanrılar güzellik anlatmazsa

ziyafetinde özgürlüğün kadehler çınlar ve ağlamaklı gözlerle

bakar incisini tamamlamış şiirlerim

 

cevap vermiyor hayat telefonlarıma kaçalım diyorum

büyük çaydanlık ablama

sarmalanıp bir alüminyum folyoyla çınlasak çınlasak

duvarlarımızda böyle dedim ablama güldü

ben de çalan şarkılara tutunurum dedim

tuz tanesi gibi dağılıp yok olmadan saatime bakmasam

zaman'a burnunu sokan

ses'e karışsam bir şarkı sesi en güvenlisi gideceği yeri bilir

izin almadan fırınımdan, tenceremden, çocuklarımdan...

 

mısır tanesi gelinlik kız gibi çıksam kabuğumdan bembeyaz

hayata yeniden başlasam, gözyaşlarımın türkü ve şiirlerle

flörtüne aldırmadan sözcüklerim sevgilimle tamlanan

böyle dedim ablama, güldü ablam ki önünde cümleler

önünü ilikler, ablam ki sade bir hayatı çırpar köpürterek

sunar önünde bütün insanların ve insanlar anlamaz neden

bu güzellik savurganlığı diye

 

anladım ki bir şiir bir de aşk tutuyor dünyayı boşlukta

tanrılar da çıkamamış işin içinden aşkın süngeriyle

temizlikleri, sonra zor olan bunlar değil aşk değil şiir değil

dedim ablama, zor olan aynı ana aynı babadan insanların

sırtı dönük sırtına anlam arayarak yaşamam bu zor dedim

gülmedi bu defa annemliği tuttu gene ağladı bir çınara

bir bana bir de anamın ve babamın çocuklarına

 

kağıdımın bir ucundan durmadan beliren bir tebessümdü

kalbime en çok yakışan sevgilim bu da bir direnç

hayata ve yalnızlıklara geldi ve tombalaya doldurdu

kırıklıklarımı ve karamsarlığımı

üstüme tam oturmamış olan gülümsedim ve bir kahve

yaptım benle ablama biraz yağmur biraz meltem

koydum şeker yerine hayat solumuyorduk hiç rejim

yapacağız diye...NİSA LEYLA

 

sessiz-kadinBu Benim Yüreğim

 

Bir serüvene atılan kadının

hoplatır yüreğimi

bir mendil kadar ürkek gözleri.

 

Ne yapsak boşuna

kaçınılmaz bir yenilgidir günlerin getirdiği.

Bir yenilgi. Bir kadının yenilgisi:

çelişik sözleri olan,

dostları ve kendisi

ölümcül güzelliği savunan

sonsuz merakları kullanan

bir kadının yenilgisi.

 

Bir kadın:

düşürür yılgınlığa beni.

 

Bu çok uzak seslenişi,

Tanrı'ya seslenişi

kendine seslenişi

ve bir tüy kadar yumuşak

gözleri ve kendisi

olan

bir kadın uykusuz bırakır beni.

 

Bu benim sonsuz yalnızlığımdır

günün her saatini dolduran.

üzgüyle yuğrulmuş bedenini

bırakan,

bir kuş gibi bırakan

ve dünyaya

karanlık pencerelerden bakan bir kadın

bilir ki:

dostları sevinirse yenilgisine

bu benim yalnızlığımdır.CAN AKSIN

 

YALNIZLIKAlef

 

İncelir neden daha bir incelir

çöle dökülen nehirlerin sesi,

karlı yollar çıplaklığını soyunur

bahr-i Hazer çivit mavisini

 

fikrime ilk harf düştüğünde.

 

bilinsin: Alnımın yazısı budur

yalnızlığın en eski tarifi,

kaç misli Türkistan bulunur

kaç tevir mürekkep lekesi

 

yüreğimin dikişleri söküldüğünde.

 

bilinsin: Ne menem muhalefettir

buza yazılı şu kûfi hat:

Hangi takvimde yaz erken gelir

ise miladımı o takvimden başlat...HÜSEYİN FERHAD

 

Sıratül Müstakim

 

Akşamları evimin balkonuna

sığınan ay. şahit ol

büyücü duasıyla münzevi

bir yaşamak soluyoruz. belki

kederdir bizi büyüten gün.

öyleyse kalbimiz

kanlı tezgahlarda öğütülsün

şaraba yemin

hınzır düşlerimize inat

sarhoş ölüyoruz! ölelim.

kimseler duymasın.

 

akşamları arnavut kaldırımlarına

sızan fahişelerin yalnızlığını

içimize tatlandıran sokak ışıkları

karartsa gecenin rengini. sonra

yürüdüğümüz cellât pazarında

köle gözlerimize

sabah uyansa. rüzgâr;

kanatlı bir at. uçsa göğe

haylaz serçe yavruları ile

uzak bir masala değse

timsahların haşarı düşleriyle

parmağıma takılan yüzüğü

işaret saysam sırat yoluna...

 

akşamları evimin balkonuna

tüneyen yıldız kümeleri

şarkılarla mırıldansa yarınları

yitik bir kitabın boş sayfalarında

kulak zarıma yırtılsa gök

ah bilsem ne var;

göğün ardında...

 

her ölüm

rüyalara uy'an'mak. belki

de sanıldığı kadar uysal değil

hırçın bedevi çığlığıyla

hoyrat ölüyoruz! ölelim

atlar huysuzlanmasın

 

tenha sokaklara tüküren

aşk. bana büyü, göğsüme

daralan intihar ol

zamansız ölüyoruz

bozuk bir saatin akrebinde

bizi kederle büyüten gün

ömrümüze

iki defa doğru

ölüm sığdırarak ölelim.

 

kayıp giden bir yıldızın

yakılması gereken ağıtı

musalla taşına nakşedilmez

diyor şems

"inna lilllah ve inna ileyhi raciun"

evet rabbim, sana döndük

ne işlenmiş bir hayrımız

ne çirkef bir günah küpümüz

sanrılı dünyamızın

kaotik savaşmalarından geldik

bir korsanın esaret hakkına

talib'iz şimdi. enel hak.

 

ah muzdarip dilime tüylenen

şarkı. tüyden hafif kelimelerle

sevişsem seninle

aydınlanır mı yaşamak...

yoksul bir kadının

mavi gözlerinde

barış için'de ölelim...ÖMER BERDİBEK

 

Kuyu

 

uzun bir sancının telaşı ellerin

ebabillerin göçü senin göğsünden

helâk olan bahar benim

 

hangi meleğin intiharı

yüzünden düşen gök

kimin

 

kalpleri yarıp

içine yeniden kendini koyan Allah, bilir

yalnızlık kelimeden de eskidir

 

düştün kalbin rahlesinden

kuyu senindir... Elif N.

 

talat-ülkerKimse Bilmedi

 

Gönül tarlasını gam sabanıyla

Sürdüm, harman ettim, kimse bilmedi

Sabrın tespihini düş sapanıyla

Vurdum, duman ettim, kimse bilmedi

 

 Dilim taşımadı “yüksüz” sözleri

Kalemim yazmadı “köksüz” sözleri

Suskun lügatlerden “öksüz” sözleri

Derdim, eyman ettim, kimse bilmedi

 

 Tok gittim aç kalktım aklın toyunda

Hüzünler birikti gönlün payında

Hasretin okunu sevda yayında

Gerdim, keman ettim, kimse bilmedi

 

 Gönül sürsün diye vuslat demini

Düş atından çözdüm aklın gemini

Koydum can tasına aşk zemzemini

Verdim, derman ettim, kimse bilmedi

 

 Kurdum pazarımı güzergâhına

Kimse uğramadı aşk tezgâhına

Gönlümü post edip düş dergâhınaSerdim,

ferman ettim, kimse bilmedi

 

 Hüznüme dolaşık gam yumağıyla

Yamadım ömrümü gökkuşağıyla

Yolları, yılları can tarağıyla

Ördüm, kirman ettim, kimse bilmedi

 

 Can ufkundan anka kuşu geçince

Kurdum masalımı ben hece hece

Umut aynasında yâri her gece

Gördüm, mihman ettim, kimse bilmedi

 

 Azgın dalgaların bindim sırtına

Derine dalınca dindi fırtına

Aşkın zahirinden geçip batına

Erdim, iman ettim, kimse bilmedi

 

 Bir köşeye çöktü dilendi gölgem

Kimi neşe sundu kimisi elem

Sevdanla kılıktan kılığa her dem

Girdim, aman ettim, kimse bilmedi

 

 Kırmayayım diye can sırçasını

Kırk kılıfa sardım her parçasını

Vuslat düğümüyle aşk bohçasını

Dürdüm, güman ettim, kimse bilmedi... Talat Ülker

 

lamia-bayraktarKıyametten Sonra

 

“Şimdiki, geçmişteki, gelecekteki zamanda, yer ve gök birbirlerine sarılıp günahkarların tek semâsı olduğunda, senin adını sayıklayacağım.”

Kalp demekten yorulan kalemim, soğukluğunu şimdi hissettiğim rüzgar şahitliğinde titriyor. Hâyâdan mı yoksa hülyadan mı bilmiyorum. Bilene bilge denilmez. Çünkü ikna etmeye gücü yetmez. Bir mumun dingin aleviyse günü aydınlatan, bunu en iyi rüzgar anlatır size.

Dalgınlıkla karışmış olan bilginin şüphesi kenetler bedeni. Gerçekleri doğrular, kimliğini askıya dayamış buluşlar... Daha başka. İnanmak istemeyişime karşılık istemeye yönelik savaş veriyorum. Gerçek nerede?

Başımın içi kaynayan bir kazana dönmüş. İçindeki ses, fokurdama sesiyle çözümleyemediğim bir şey söylüyor. Kalemde kelam, gönülde his kalmadı, ne yazayım ?! Bunu söyleyen gönül mü ?! Gönül yok. Sendedir bence.

Kaybedilen ve kaybedilmeye yüz tutmuş anılar içinde sadece yüzün görünür. Bir nefes hisseder, aşk yoluna günahkâr sıfatıyla kurban gitmiş cesetler. “Sen” diye bir şey var mı artık bizden öte ?Bu kokuyu sevmiyorum. Çilek ve kan kokusu benzimi yakıyor, yeri göğü kaplıyor. Hayal ve gerçek kaybolunca savruluyor yine günahkâr cesetler. Senin ve bizden öte bizim nefesimizin gölgesinde. Haketmeyenin sen olduğunu anladığımız anda kavuşuyorsun yeryüzüne. Gerçek ve hayal perdesi iniyor aramıza “yer ve gök”ün önderliğinde .Sen aşağıda, ben yukarı da kalıyorum ve senin semân yukarıda, benim semâm aşağıda kalıyor. Şikayet etmeyip, kabulleniyoruz. Sen haksızlığın pençesindesin, bense senin pençendeyim...

Duymak yeter. Bunlar gerçekler. Sadece bil istedim, bilmen gerekenlerden öte. Adımı mı sayıklayacaksın bizden öte? Dinle :

“ Şimdiki, geçmişteki, gelecekteki zamanda, yer ve gök birbirlerine sarılıp günahkarların tek semâsı olduğunda, sadece sesini arayacağım.” mescittir... Lamia BAYRAKTAR

Muhabir: TE Bilisim