Şunu belirtelim ki nazmın, daha çok anlık, yoğun ve çarpıcı etkiler yaratmak için kullanılan vezin veya kafiyeli bir yazı biçimi; düzyazının ise fikrin emrinde, detaylara inen ve okuyanda devamlı bir tesir uyandırmaya yarayan bir tür olduğu ifade edilegelmiştir. Nesir genellikle şiirsel bir sanat kaygısı gütmeksizin, bir his veya düşünceyi derli toplu, değişik yorum ve değerlendirmelere meydan vermeyecek şekilde ifade ediş biçimidir. Yapacağımız alıntılarda da belirtileceği üzere nesir oturmuş, neyi savunduğu veya neye karşı çıktığı belli olan bir düşüncenin, daha çok zihne ve idrake hitap edişinin sonucu ve ürünüdür. İmkânları bellidir ve şiire, şiirsel duruma nazaran farklıdır. Nesir, “efradını câmi, ağyârını mâni” olmak kaygısındadır. Bir kişiyi, durumu, olayı ya da olguyu bir çerçeve içine almak, genellemelere ve standartlara varmak gayesi güder ve bu durumuyla şiirden tamamen ayrılır. Zira şiir veya şiirsel ifade, tek ve biricik anlamın, herkeste aynı hissi ve düşünceyi uyandıracak kısır söyleyişin tamamen zıddında yer alır.
Nesir tanım ve tarif yapar şiirse tanım ve tarifleri kırmak, bozmak, değiştirmek ve deforme etmek ister. Zira şiirsel söz, pek çok ve değişik anlamları, imajları yüklenebildiği, içerebildiği, bir ve değişmez anlamı bozduğu ve çoğalttığı oranda başarıya ulaşır. Bu manada şiirin, nesren ifade ve izahı mümkün olmayan, nesre çevrilemeyen, nesirle kuşatılamayan, nesirleşemeyen söz olduğu ileri sürülmüştür.
Şiiri koruduğu zehabıyla nesire saldıran şair sayısı oldukça kabarık. Halbuki nesir de şiirde bir ifade biçimi. Şairlerin roman, hikâye ve deneme okumadıklarından değil; aslında nesri bahane ederek sevmedikleri yazarlara saldırmalarından ibarettir mesele. Akıllı olsalardı Baudelaire gibi yapar, nesri esir alırlardı şiirleriyle. “Şair ol nesirde bile,” diyebilen biri yazabilirdi ancak “Paris Sıkıntısı”nı.
Melih Cevdet Anday şiiri şöyle anlatır; Biz bir görüntüyü tam olarak algıladığımızı sanıyoruz; oysa bu görüntü çeşitli öğelerden kurulmuştur. Bu öğelerden biri değişirse, bütün görüntü değişebilir. Satranç tahtası gibi. Herhangi bir hamle bile, oyunu değiştiriyor. Yağmur yağmadan önceki görünü ile yağmur yağdıktan sonraki görünü bütün öğeleriyle değişmiştir. Öyleyse kurulan yapı, şiirsel yapı, bir matematik işidir. Şiirle matematiği yan yana düşünmek hiç de yadırgatıcı gelmemelidir.
Yukarıdaki cümleleri nesir içinde söyleyebiliriz. Şiir atına binseler de nesrin uçsuz bucaksız vadilerinde kimler dolaşmamıştır ki. Şair Tanpınar’ı huzursuz edip Huzur’u yazdıran ayrıntılı anlatma isteği değil midir: “Şiir, söylemekten ziyade bir susma işidir. İşte o sustuğum şeyleri hikâye ve romanlarımda anlatırım. Onun için mümkün olduğu kadar kapalı âlemler olmasını istediğim şiirlerimin ana hatlarını roman ve hikâyelerim verir…”
Bence şiir de nesir de; yaşamın renklerinin armoniyle, kelimelere yansıması... Ütopyanın gerçeğe dönüştüğü gönül evinde büyür ve çoğalır... Ne kadar samimi ve içtense yazılanlar o derece etkilidir ikisi de... Okuyanları sarhoş eden de bu sıcak ve ışıklı yoldur...
Sırtlanlar serenadı
Dilrübâ sırtlanlar sırıtıyor bak,
Kamyonlar seni ezer Çocuk, muhakkak...
Kerli ferliler yasalarıyla,
Yarasaları serçelerden
Çok daha fazla koruyacak.
Sel gider kum kalır diyorsun Çocuk,
Kum kalır bu doğru fakat gül kalmaz;
Güller kalmaz, kuşlar kalmaz inan ki Çocuk
Sırtları sağlam yere dayalı sırtlanlar
Pek dilrübâ sırıtırlar Çocuk...
Canavarlar ve cinayetler çoğalır;
Ortada seni seven tek kul kalmaz...
O ürkek kumrudur ki senin ruhun,
Yakındır, yokluğundan yakınan bir kul kalmaz.
Kalmaz inan ki Çocuk...
İskete iskeletleri ağaç dibinde,
Dilrübâ sırtlanlar sırıtır Çocuk...HÜSREV HATEMİ
Cevap vermiyor hayat telefonlarıma eskiden kapılar vardı
çalınır girilirdi bir kahveye göre biçimlenirdi dinler
tenler ve ruhlar falda hep güvercinler çıkardı
telveler suçlanırdı bir şey çıkmazsa aşk çıkmazsa
yol çıkmazsa parfüm kokulu tanrılar güzellik anlatmazsa
ziyafetinde özgürlüğün kadehler çınlar ve ağlamaklı gözlerle
bakar incisini tamamlamış şiirlerim
cevap vermiyor hayat telefonlarıma kaçalım diyorum
büyük çaydanlık ablama
sarmalanıp bir alüminyum folyoyla çınlasak çınlasak
duvarlarımızda böyle dedim ablama güldü
ben de çalan şarkılara tutunurum dedim
tuz tanesi gibi dağılıp yok olmadan saatime bakmasam
zaman'a burnunu sokan
ses'e karışsam bir şarkı sesi en güvenlisi gideceği yeri bilir
izin almadan fırınımdan, tenceremden, çocuklarımdan...
mısır tanesi gelinlik kız gibi çıksam kabuğumdan bembeyaz
hayata yeniden başlasam, gözyaşlarımın türkü ve şiirlerle
flörtüne aldırmadan sözcüklerim sevgilimle tamlanan
böyle dedim ablama, güldü ablam ki önünde cümleler
önünü ilikler, ablam ki sade bir hayatı çırpar köpürterek
sunar önünde bütün insanların ve insanlar anlamaz neden
bu güzellik savurganlığı diye
anladım ki bir şiir bir de aşk tutuyor dünyayı boşlukta
tanrılar da çıkamamış işin içinden aşkın süngeriyle
temizlikleri, sonra zor olan bunlar değil aşk değil şiir değil
dedim ablama, zor olan aynı ana aynı babadan insanların
sırtı dönük sırtına anlam arayarak yaşamam bu zor dedim
gülmedi bu defa annemliği tuttu gene ağladı bir çınara
bir bana bir de anamın ve babamın çocuklarına
kağıdımın bir ucundan durmadan beliren bir tebessümdü
kalbime en çok yakışan sevgilim bu da bir direnç
hayata ve yalnızlıklara geldi ve tombalaya doldurdu
kırıklıklarımı ve karamsarlığımı
üstüme tam oturmamış olan gülümsedim ve bir kahve
yaptım benle ablama biraz yağmur biraz meltem
koydum şeker yerine hayat solumuyorduk hiç rejim
yapacağız diye...NİSA LEYLA
Bir serüvene atılan kadının
hoplatır yüreğimi
bir mendil kadar ürkek gözleri.
Ne yapsak boşuna
kaçınılmaz bir yenilgidir günlerin getirdiği.
Bir yenilgi. Bir kadının yenilgisi:
çelişik sözleri olan,
dostları ve kendisi
ölümcül güzelliği savunan
sonsuz merakları kullanan
bir kadının yenilgisi.
Bir kadın:
düşürür yılgınlığa beni.
Bu çok uzak seslenişi,
Tanrı'ya seslenişi
kendine seslenişi
ve bir tüy kadar yumuşak
gözleri ve kendisi
olan
bir kadın uykusuz bırakır beni.
Bu benim sonsuz yalnızlığımdır
günün her saatini dolduran.
üzgüyle yuğrulmuş bedenini
bırakan,
bir kuş gibi bırakan
ve dünyaya
karanlık pencerelerden bakan bir kadın
bilir ki:
dostları sevinirse yenilgisine
bu benim yalnızlığımdır.CAN AKSIN
İncelir neden daha bir incelir
çöle dökülen nehirlerin sesi,
karlı yollar çıplaklığını soyunur
bahr-i Hazer çivit mavisini
fikrime ilk harf düştüğünde.
bilinsin: Alnımın yazısı budur
yalnızlığın en eski tarifi,
kaç misli Türkistan bulunur
kaç tevir mürekkep lekesi
yüreğimin dikişleri söküldüğünde.
bilinsin: Ne menem muhalefettir
buza yazılı şu kûfi hat:
Hangi takvimde yaz erken gelir
ise miladımı o takvimden başlat...HÜSEYİN FERHAD
Sıratül Müstakim
Akşamları evimin balkonuna
sığınan ay. şahit ol
büyücü duasıyla münzevi
bir yaşamak soluyoruz. belki
kederdir bizi büyüten gün.
öyleyse kalbimiz
kanlı tezgahlarda öğütülsün
şaraba yemin
hınzır düşlerimize inat
sarhoş ölüyoruz! ölelim.
kimseler duymasın.
akşamları arnavut kaldırımlarına
sızan fahişelerin yalnızlığını
içimize tatlandıran sokak ışıkları
karartsa gecenin rengini. sonra
yürüdüğümüz cellât pazarında
köle gözlerimize
sabah uyansa. rüzgâr;
kanatlı bir at. uçsa göğe
haylaz serçe yavruları ile
uzak bir masala değse
timsahların haşarı düşleriyle
parmağıma takılan yüzüğü
işaret saysam sırat yoluna...
akşamları evimin balkonuna
tüneyen yıldız kümeleri
şarkılarla mırıldansa yarınları
yitik bir kitabın boş sayfalarında
kulak zarıma yırtılsa gök
ah bilsem ne var;
göğün ardında...
her ölüm
rüyalara uy'an'mak. belki
de sanıldığı kadar uysal değil
hırçın bedevi çığlığıyla
hoyrat ölüyoruz! ölelim
atlar huysuzlanmasın
tenha sokaklara tüküren
aşk. bana büyü, göğsüme
daralan intihar ol
zamansız ölüyoruz
bozuk bir saatin akrebinde
bizi kederle büyüten gün
ömrümüze
iki defa doğru
ölüm sığdırarak ölelim.
kayıp giden bir yıldızın
yakılması gereken ağıtı
musalla taşına nakşedilmez
diyor şems
"inna lilllah ve inna ileyhi raciun"
evet rabbim, sana döndük
ne işlenmiş bir hayrımız
ne çirkef bir günah küpümüz
sanrılı dünyamızın
kaotik savaşmalarından geldik
bir korsanın esaret hakkına
talib'iz şimdi. enel hak.
ah muzdarip dilime tüylenen
şarkı. tüyden hafif kelimelerle
sevişsem seninle
aydınlanır mı yaşamak...
yoksul bir kadının
mavi gözlerinde
barış için'de ölelim...ÖMER BERDİBEK
Kuyu
uzun bir sancının telaşı ellerin
ebabillerin göçü senin göğsünden
helâk olan bahar benim
hangi meleğin intiharı
yüzünden düşen gök
kimin
kalpleri yarıp
içine yeniden kendini koyan Allah, bilir
yalnızlık kelimeden de eskidir
düştün kalbin rahlesinden
kuyu senindir... Elif N.
Gönül tarlasını gam sabanıyla
Sürdüm, harman ettim, kimse bilmedi
Sabrın tespihini düş sapanıyla
Vurdum, duman ettim, kimse bilmedi
Dilim taşımadı “yüksüz” sözleri
Kalemim yazmadı “köksüz” sözleri
Suskun lügatlerden “öksüz” sözleri
Derdim, eyman ettim, kimse bilmedi
Tok gittim aç kalktım aklın toyunda
Hüzünler birikti gönlün payında
Hasretin okunu sevda yayında
Gerdim, keman ettim, kimse bilmedi
Gönül sürsün diye vuslat demini
Düş atından çözdüm aklın gemini
Koydum can tasına aşk zemzemini
Verdim, derman ettim, kimse bilmedi
Kurdum pazarımı güzergâhına
Kimse uğramadı aşk tezgâhına
Gönlümü post edip düş dergâhınaSerdim,
ferman ettim, kimse bilmedi
Hüznüme dolaşık gam yumağıyla
Yamadım ömrümü gökkuşağıyla
Yolları, yılları can tarağıyla
Ördüm, kirman ettim, kimse bilmedi
Can ufkundan anka kuşu geçince
Kurdum masalımı ben hece hece
Umut aynasında yâri her gece
Gördüm, mihman ettim, kimse bilmedi
Azgın dalgaların bindim sırtına
Derine dalınca dindi fırtına
Aşkın zahirinden geçip batına
Erdim, iman ettim, kimse bilmedi
Bir köşeye çöktü dilendi gölgem
Kimi neşe sundu kimisi elem
Sevdanla kılıktan kılığa her dem
Girdim, aman ettim, kimse bilmedi
Kırmayayım diye can sırçasını
Kırk kılıfa sardım her parçasını
Vuslat düğümüyle aşk bohçasını
Dürdüm, güman ettim, kimse bilmedi... Talat Ülker
“Şimdiki, geçmişteki, gelecekteki zamanda, yer ve gök birbirlerine sarılıp günahkarların tek semâsı olduğunda, senin adını sayıklayacağım.”
Kalp demekten yorulan kalemim, soğukluğunu şimdi hissettiğim rüzgar şahitliğinde titriyor. Hâyâdan mı yoksa hülyadan mı bilmiyorum. Bilene bilge denilmez. Çünkü ikna etmeye gücü yetmez. Bir mumun dingin aleviyse günü aydınlatan, bunu en iyi rüzgar anlatır size.
Dalgınlıkla karışmış olan bilginin şüphesi kenetler bedeni. Gerçekleri doğrular, kimliğini askıya dayamış buluşlar... Daha başka. İnanmak istemeyişime karşılık istemeye yönelik savaş veriyorum. Gerçek nerede?
Başımın içi kaynayan bir kazana dönmüş. İçindeki ses, fokurdama sesiyle çözümleyemediğim bir şey söylüyor. Kalemde kelam, gönülde his kalmadı, ne yazayım ?! Bunu söyleyen gönül mü ?! Gönül yok. Sendedir bence.
Kaybedilen ve kaybedilmeye yüz tutmuş anılar içinde sadece yüzün görünür. Bir nefes hisseder, aşk yoluna günahkâr sıfatıyla kurban gitmiş cesetler. “Sen” diye bir şey var mı artık bizden öte ?Bu kokuyu sevmiyorum. Çilek ve kan kokusu benzimi yakıyor, yeri göğü kaplıyor. Hayal ve gerçek kaybolunca savruluyor yine günahkâr cesetler. Senin ve bizden öte bizim nefesimizin gölgesinde. Haketmeyenin sen olduğunu anladığımız anda kavuşuyorsun yeryüzüne. Gerçek ve hayal perdesi iniyor aramıza “yer ve gök”ün önderliğinde .Sen aşağıda, ben yukarı da kalıyorum ve senin semân yukarıda, benim semâm aşağıda kalıyor. Şikayet etmeyip, kabulleniyoruz. Sen haksızlığın pençesindesin, bense senin pençendeyim...
Duymak yeter. Bunlar gerçekler. Sadece bil istedim, bilmen gerekenlerden öte. Adımı mı sayıklayacaksın bizden öte? Dinle :
“ Şimdiki, geçmişteki, gelecekteki zamanda, yer ve gök birbirlerine sarılıp günahkarların tek semâsı olduğunda, sadece sesini arayacağım.” mescittir... Lamia BAYRAKTAR