Ülkede korkunç bir kaos-bilinmezlik-kavram kargaşası yaşanırken; her şey birbirine karıştırılırken; her şey fulü-netsiz görünürken; baş ağrısı, can sıkıntısı insanı allak bullak ederken… Birisi çıkıyor, gencecik  bir uşak; meltemler denli yumuşak, sam’lar denli sıcak sesiyle; kuş tüyü kadar hafif, kuş cıvıltıları kadar dinlendirici müziği ile… insanı yüreğinden yakalayan, sevdasıyla-sevgisiyle sarıp sarmalayan bir uşak, bizim uşağımız gönlümüze taht kuruyor… Karadeniz’in dalgalarından Kaçkar’ın dik-sarp kayalıklarına, buzullarından dumanı eksik olmayan Doğu Karadeniz yaylalarına kadar tüm ülkesiyle yoğrulmuş, buram buram doğa, dağ-yayla-kır çiçeği kokan türküleriyle karşımıza çıkan, bizi umutla dolduran, ferahlatan, sanatın büyülü gücüyle bizi zenginleştiren bir insan, Selçuk Balcı… Ahmet tanıştırmıştı Beşikdüzü Şehir Kulübü’nde, sonra da Belediye’nin pilaj tesislerinde dinlemiştik kemençesini ve türküsünü… İçmeden sarhoş etmişti bizi… Kemençe bu denli mi güzel çalınırdı; türkü bu denli mi içten, bu denli mi sıcak söylenirdi? Selçuk Balcı sevimli, güleç, samimi bir insan… Al cebine koy cinsinden. Elinde bir kemençe, kolu gibi kendisinin olan, kendinden… Bu zamana kadar duymadığım sesleri  çıkarıyor: Selçuk Balcı’ya ait sesler; Selçuk Balcı’nın kemençesi dedirtecek cinsten sesler. Ne zaman ustalaştı, ne zaman öğrendi kemençeden bu sıra dışı sesleri çıkarmayı? Belli ki, doğmadan çok önce, kemençe onun kanına düşmüş(yetenek-gen), kemençe ile doğmuş. Ve kemençe “gelenekselliğinden” soyutlanıp, muhteşem sesler çıkarıyor Selçuk Balcı’nın elinde… Büyük acıların, sevgisizliklerin, kinin, nefretin, düşmanlıkların ve iftiranın kol gezdiği bir ülkede imbikten geçmiş sesi, kemençesi, sevgi dolu yüreği ile tüm olumsuzluklara meydan okuyor; insanı yaşamaya, yaşama sevincine bağlayacak öğelere, kara, dağlara, yaylalara, dumana-sise, denize, derelere, yosunlara…doğaya ve doğallığa, çiçeğe-böceğe çağırıyor; betondan uzaklaştırıyor insanı… Yaşama dair, güzelliğe dair, umuda dair ne varsa… sevdasıyla, yüreğiyle yoğuruyor, türküsüyle, kemençesiyle dillendiriyor. Sanatçının başaracağı en zor-en güç iş, samimi-içten-yürekten-inandırıcı olmaktır. Para sanatçının yüreğini yaralar; eğer paraya iş yaparsa, para için sanat yaparsa-sanatının değeri hariç-o zaman ticaret adamı olur sanatçı… Selçuk Balcı’nın türküsü bir destan gibi; rüzgarlarla ses veriyor; derelerde, nehirlerde, çavlanlarda çağıldıyor. Deniz feneriyle enginleşiyor. Yüreğinin yangısını, acısını “karlar” bile gideremiyor. Bir tekil acıda tüm insanlığın acısını çekebiliyor; bir sevgide tüm insanlığı yaşayabiliyor. Selçuk Balcı destanını dinlerken tüm dünya sesleriyle koyuna karışmış kuzu seslerini; iç içe geçmiş hüzünle sevinci, hiç durmadan öten kuşları, umutla özdeşleşmiş acıları, yaşamın tüm güzelliklerini duyumsamamak olası değil… Karadeniz’in kıyılarından alıyor insanı dağlara, yaylara, dumana-sise çıkarıyor… Kemençe “Deniz Üstünde Fener’de” ağlaşırken, “Benim İçin Üzülme’de” derinleşiyor, gözyaşı güzelliğinin insanileşmesinde insanın tüm hücrelerini sarıyor. “Gün Doğdu Doğmasaydı” direnişin, karşı koyuşun türküsü; sevginin, sevdanın ateşini en saf, en temiz ve en insani boyutuyla yüreklere dolduruyor. “Dağların Karı Yetmez” insanla doğanın bütünleşmesi, bir varlık olmasıdır. Buram buram doğa ve insan kokuyor tüm öğeleriyle. Selçuk’un yüreği destanlaşıyor… Sular vardır; en dingin anlarda bile, “şırıl şırıl” sesiyle yaşamayı sevdirirler insana; kuşlar vardır; en olmaz yerinde zamanın, insanın başını belaya sokar; sevdalandırır deli danalar gibi… Söylemeye gerek var mı? O, suyun sesi kadar doğaldır, mutlu eder, dinlendirir; o, kuşun sesi kadar yürekten, yaşama sevinci doldurur içimize… Hep yüreğinden gelen sese kulak ver ve sakın ondan ayrılma. Yolun açık olsun Selçuk BALCI…
Muhabir: TE Bilisim