Nisan 2016… New York’a ilk gidişim, Howard Beach sahilinde yürüyorum. Serin bir hava. Çok değil elli metre adımlamışım kumsalda ki birinin bağırdığını duydum: “Hey! Get out!” (Dışarı çık). Zaten dışardaydım, istemsizce dönüp baktım. Beyaz tenli, şapkalı, tahminen 30’larının sonlarında bir adam, kapısının önünden yine seslendi: “Stay away off my property!” (arazimden uzak dur!) N’oluyor lan, demeye kalmadı, adamın kendinden emin bakışları beni ürküttü. Please falan da demedi. Şakası yoktu.
Howard Beach, ekseriya beyaz göçmenlerin yaşadığı küçük, aşrı temiz ve sessiz bir semt. Bu insanların göçmen olmalarına bakmayın, adam evinin penceresine Hollanda bayrağı asmış ama kapısının önündeki gönderde ABD bayrağı dalgalanıyor (bu arada bir not; New York’un kurucuları Hollanda göçmenleri). New York’a üç kere gittim ve ABD üzerine sayısız kaynak inceledim. Gördüm ki “Amerikalı” lafı onlar için 300 yıl öncede kalmış. Onlar bunun yerine “Amerikan” (American) denilmesini istiyorlar. Zaten yanlış kullanan bizleriz; ABD topraklarında doğmuş biri için “Amerikalı” diye bir ifade yok lügatte. İngilizce’de de yok böyle bir ifade. Türkçe’de, Türkiyeli olmadığı gibi! (Bilmem anlatabildim mi!).
Bu beyaz Amerikan, beni bir tehdit olarak algıladı ve biraz zorlasam salona geçip az sonra tüfeğiyle çıkabilirdi. Onlarda topuktan vurma var mı bilmiyorum, artık sonum ne olurdu…
Kaldığım evin bodrum katına inmem yasak. Sadece orada bulunan çamaşır makinesini kullanıp hemen geri dönmem tembihlenmiş. Bu bahaneyle inip merakımı gidermek istedim. Ev sahibinin babasından, dedesinden kalan eşyalar. Asırlar önce başka bir kıtadan buraya göç etmiş ecdadının yanında getirdiği onlarca irili ufaklı eşya veya fotoğraf. Hepsi özenle korunuyor. Baktım, eski bir de sallanan sandalye; dur şunu bahçeye koyayım da biraz keyif yapayım dedim ama hafta sonu bahçenin önünde geçerken sandalyeyi gören ev sahibi müdahale etti.
Ya aga yap bir güzellik?
No no no! Don’t do this or leave home! (Bunu yaparsam, yaparsam evi terk etmem gerektiğini söylüyor)
Tamam ya yemedik sandalyeni, dedim. Ama bu tombik İtalyan göçmende de tıpkı beni sahilden kovan adamdaki ciddiyeti gördüm. Konu, ata yadigârı olunca bütün sevimliliği kaybolmuştu. O meseleyi de açıklayayım; yürüye yürüye adamın evini önüne gelmişim. Önü dediysem arada yaklaşık 40 metre var adam diyor ki; burası benim arazim. Arazimden defol yabancı!
Kuşkusuz bunlar çok sert tepkiler. Hoş değil. N’apacaz gardaşım, evini başına mı yıkacağız! Fakat mazi onlar için çok kutsal. Gel misafirim ol, çayımı çorbamı iç ama tarihime saygı duy, diyorlar. Sonraki bütün araştırmalarında bu gerçeği yakıcı şekilde fark ettim.
*
New York’un kalbi dedikleri Manhattan’da onlarca bulvardan, yüzlerce sokaktan geçtim. Her gidişimde yeni bir yer keşfetmeye ya da hakkında bir sürü hikâye duyduğum, okuduğum, izlediğim o yerleri görmeye çalıştım. 9/11’de yıkılan kulelerin olduğu bölgeye vardığımda Wall Street civarında da turlama imkânım olmuştu. Malum, dünyanın finans merkezi Wall Street. Akıl almaz yükseklikteki görkemli binaların arasında yürürken dikkatimi çekti; binaların pek çoğunda tabela yok, inşa edildikleri zaman mermere oyulmuş halleriyle duruyor bina isimleri. Ve kapılar… Altı aylık geliri üç yüz milyon dolar olan adamlar, üç yüz yıllık kapılardan girip çıkıyorlar bu binalara. Tarihe ve anıta olan saygının çarpıcı örneklerine Manhattan’ın başka yerlerinde de rastladım. Durduk yere önünüze bir kaya çıkıyor, üzerindeki küçük, pirinç tabelada, şu tarihte şu kişi bu kayanın üzerine çıkıp halka nutuk okumuş… Ya da çok eski, kullanım dışı kalmış bir başka yapının direği, bahçe duvarından kalıntılar, ne bileyim kapı tokmağı… Nedir mesele, diyorum? İç Savaş’tan sonra buraya bilmem hangi senatör gelmiş, buradan geçerken durup insanlara bir konuşma yaparken bu direğe yaslanmış. Onun anısına direği saklıyorlar. Bunu hiç umursamayanlar da var tabi ama çoğunluk, hafızayı diri tutmak istiyor. Tıpkı evinde kaldığım adamın o seksen yıllık sandalyeye, Bill amcasından kalan şapkaya veya Tina halasından kalmış bir mendile olan sadakati gibi pek çoğu, ülkenin mazisine delicesine bağlı. 2016, 18 ve 19’da Museum of Modern Art’ın arşivinde çalışmalar yaptım (şu pandemi izin verirse, yakında kitap olarak yayınlanacak bunlar). 1947’de Fransa’da bir gazetede, Amerikan ressamlar hakkında bir yazı yayınlanmış. Saklıyorlar. 1913’de uluslararası bir sergi açılmış New York’ta, afişi koruma altına… Şaka değil, bunlar sayesinde koca bir kitap hazırladım ben!
*
Şu sayfalarda yer olsa daha fazlasını anlatmayı ve ülke sevgisinin, tarihe saygının ne olduğunu biraz olsun gösterebilmeyi çok isterdim. Üç yüz yıl önceden kalan bir anıtı, iki yüz yıllık bir kapı tokmağını ya da yüz yıl önce açılmış bir serginin afişini göz bebeği gibi koruyan bu insanlara öyle “ver mehteri” falan sökmez! Adam arazisine otuz metre yaklaştım diye beni Atlantik’in kumsalına gömecekti. Sen bağını bahçeni elin adamına satmışsın, gülerler... Üstelik onun iki aylık maaşıyla satın aldığı araya binebilmek için sen burada-yine onun dedesinin kurduğu bankaya- iki yıl borçlanıyor sonra bir de hava atıyorsun. Adam, ecdadının Amerika’da ilk ayak bastığı yeri donanmayla koruyor, diyorum, sen şurada, cânım Faroz sahilini bile koruyamamış, kolbastıyla övündüğün güzelim mahalleyi asfalta gömmüş, tarihiyle gurur duyduğun stadyumu yıkmışsın. Sonra “bize her yer Trabzon” diyorsun.
Şimdi, “Ee kardeşim, dünyanın gerçeği…” dediğini duyar gibiyim. Ha, Wall Street’teki holding patronu o gerçeği bilmiyor öyle mi?
Güldürme beni!
Çok Okunanlar

Trabzonspor’un Valencia’nın 2 milyon Euro talebi transferin önündeki tek engel

Güncel Fındık Fiyatları Açıklandı: Beklenen Fiyatlar Geldi!

Trabzon Trafiğine Nefes Aldıracak 100. Yıl Kavşağı Eylülde Açılıyor

FİSKOBİRLİK Fındık Alım Fiyatlarını Güncelledi: İşte Yeni Rakamlar

Trabzonspor, Krepin Diatta İçin Harekete Geçti

Trabzonspor’da Bek Operasyonu! Gökhan Sazdağı ve Yusuf Özdemir Gündemde