İnsanın soysal bir varlık olması, onun yönetilmeye muhtaç olmasını doğal hale getirir. Herkes, insanın yönetim ile iç içe olması gerektiğine inanır. Ama yöneticilerin herhangi bir okul okuyarak yetişmesinin gerekli olmadığına inanan geleneksel yöneticilerimizin varlığı, maalesef kültürümüzde yönetimin bir bilim olarak değerlendirilmediğinin işaretlerini vermektedir.
 
Tarih boyunca insanlar ya yönetmiş, ya da yönetilmiştir. Yöneten ve yönetilen taraflar, yönetim sürecini, birbirleriyle çeşitli efsaneler ve sloganlar uydurarak yaşatmıştır. Bunlardan bir kısmı sağduyu, bir kısmı da bilimsel bilgi marifetiyle ayıklanmıştır.
 
İnsanoğlunun, yöneticiliği binlerce yıl, sadece uygulayarak kalmış olması, “yöneticiliğin doğuştan getirilen yetenekler toplamı olduğu” anlayışını ortaya koymuştur. Bu sonuca bakarak, “yöneticiliğin okulu olmadığı, yöneticiliğin doğuştan getirilen yeteneklerle ilgili olduğu, sonradan öğrenilemeyeceği” kanaati kültürümüzde egemen olagelmiştir. Bu kanaat, yönetimin sadece sanat olduğu bilgi ve inancına dayanmakta olup, eksik bilgiden kaynaklanan yanlış bir inancının tezahürüdür. Bu kanaatin bir yönü eksik olduğu için, bilimsel açıklaması olamaz. Çünkü psikologlara göre, doğuştan kazanılmış olarak getirilen bütün davranışlar “içgüdüsel davranışlardır”. Bu tür davranışların hiçbiri bilimsel davranış olarak kabul edilemez. Çünkü bilimsel davranışlar, “bilimsel bilgi” temeline dayanmak zorundadır.
 
Sosyal hayatı yaşamak zorunda olan insan, mutlaka bir örgütte hayatını sürdürmek durumundadır. Üniversiteler de bir örgüttür; örgütün olduğu her yerde yönetim vardır.  Üniversitelerin yönetimi de hem yönetim biliminin “bilimsel” yönü, hem de uygulama yönü olan “sanat” tarafı ile ilgilidir. Yönetim bilimsel bir disiplin olduğu için bütün örgütlerin olduğu gibi üniversitelerin de yönetim biliminin esaslarına göre yönetilmesi zorunludur. Ne var ki, ülkemizde üniversite yöneticisi olmanın tek kriteri vardır: Profesör olmak!.. Bu kriter, “Yöneticiliğin okulu yoktur!” anlamına gelmektedir. Şart koşulan profesörlük, üniversiteyi yönetecek olan rektörün alanı ile ilgili profesörlük ya da başka bir profesörlük olabilir; fark etmez; yönetim bilimi alanı ile ilgili olması şart değildir. Yani üniversiteyi yönetmek, yönetim biliminin uzmanlık alanı ile ilgili bir iş olarak değerlendirilmemektedir; iyi bir akademisyen, iyi bir yönetici olur. Oysa böyle bir yargı, hiçbir bilimsel bulguya dayanmamaktadır. Öyle olsaydı, alanı ile ilgili çok sayıda uluslararası yayını olan her akademisyen, daha iyi rektör olurdu. Olmuyor maalesef. Kaldı ki, gelişmiş ülkelerde üniversiteleri yöneten rektörlerin profesör olma şartı da yoktur.
 
Alanı ile ilgili çok yayın yapmış olmanın, eğitim yöneticiliği alanında önemli bir katkısı olduğunu ortaya koyan bilimsel çalışmalar bilinmemektedir. Üniversite rektörlerinin çok yayın yapmamalarını, onların başarısız rektör olmalarına yormanın bilimsel bir dayanağı yoktur. Çünkü alan bilgisi başka, yönetim bilgisi başka bir şeydir. Yönetim teorisyenleri ile yöneticiler benzer şeyi bilmelere sahip olabilirler, ama farklı pratikleri onları birbirinden ayırır. İyi bir yönetim kuramcısı yani yönetim biliminin kuramlarından haberdar bir kişi, yönetim pratiğini çok iyi açıklayabilir, ama asla iyi bir yönetici olmayı başaramayabilir. Aynı şekilde mükemmel bir yönetici son derece yeteneksiz bir kuramcı olabilir. Ama en iyisi yetenekli bir yönetim bilimi kuramcısı ve mükemmel bir yönetici olmaktır. Bunun çok kolay olmadığını da biliyoruz. Çünkü bu, hem bilim yönü, hem de sanat yönü olan zorlu bir iştir.
 
Akademik birikimle rektörlük ya da başka bir yöneticiliğin doğrudan bir ilişki yoktur. Üniversite yönetimlerinin başarısını test etmenin başka bilimsel kriterleri vardır. Bu kriterler, bu konuda daha sağlıklı bilgiler ortaya koymaya uygun bilimsel bilgilerdir.