İslam’ın en önemli özelliği vahdet yani birliktir. Ama yıllardır İslam toplumu, dolayısıyla toplumumuzda vahdet yerine, tefrika yani bölünmüşlük egemen durumdadır. Toplumun, milletin verdiği birlik durumundan “kalabalık” haline gelmiş olması, ayrılık hastalığından kaynaklanmaktadır. Toplumda “ötekileştirme”, toplumu bilinçli olarak ayrıştırmayı öngören bir proje olarak görünmektedir. Toplumsal yabancılaşmanın bir kültür haline geldiğinden beri sürüp giden bu durum, toplumun bilinçsiz bir durum almasına neden olmuştur. Mehmet Akif’in yaşadığı dönemde de bu durum söz konusu olduğundan, İstiklal Marşı Şairimiz, insanımızı uzaklaştığı vahdete davet etmeyi bir görev kabul etmiş ve ömrü boyunca bu görevi yerine getirmekten uzak durmamıştır.

Akif, edebiyatı toplumun faydası için bir araç kabul eder. O, edebiyatı edebiyat için değil, toplum için yapar. Akif, bozulan toplumsal yaşamın düzeltilmesi için edebiyattan yararlanır. Şiir onun elinde topluma rehberlik etmek için bir araçtır. Akif, hayali bir şair değil, gerçekten içinde yaşadığı toplumsal sorunları teşhis ederek, tedavi yollarını göstermek için şiir söyler. Denilebilir ki, hayatı şiire, şiiri hayata onun kadar koyabilmiş bir şair azdır. Şiirinin konusu, toplumsal bunalımlardır. Teşhis ettiği dertlerin çaresini de beraberinde ortaya koyar; böylece sanatını icra eder.
Toplumun ahlaken yükselmesini amaçlayan bir şair için en uygun vasıta manzum hikâyeciliktir. O manzum hikâyeciliği kullanarak, sanatını toplum için yararlı kılmaya çalışır. İçine düştüğümüz bu ayrılık belası, Müslümanları birbirine düşman yapmış ve yardımlaşma bağlarını kesmiştir. Vahdet şiiri, İslam’ın şanlı tarihinden bir örnekten alınmıştır. Bu manzum hikâye ile Akif, toplumsal bilinçlenmeyi canlandırmayı amaçlamaktadır. İslam tarihinden alınan bu hikâye Hüzeyfet’ülAdivi’nin başından geçen bir olayı anlatmaktadır. Adıgeçen sahabe, Yermük savaşının kızıştığı sıcak bir günde, vuruşmalar biraz gevşeyince, silahını elinden atar; almış olduğu ağır yaralara aldırmaksızın, uzakta kalan kardeşlerine dağıtmak üzere su götürür. Bu hikâyeyi kısaca özetledikten sonra,y alınması gereken ders üzerinde durur. Yaşadığı çağ ile İslâm’ın ilk çağları arasındaki korkunç farkı gören Akif, şiirini bir acizlik ifadesi ile bitirmek zorunda kalır.

“Vahdet mi şiarıydı? Görün şimdi gelip de:
Her parçası bir melabe(oyun vasıtası) eyyamın elinde
Tarihinde mev’ud(vaat edilmiş) u ezelken “ebediyyet”
Ey tefrika zehriyle şaşırmış giden ümmet!
Nisyana çıkan yolda mı kaldın gümrah?
La havle ve la kuvvete illabillah”…
 
Tarih tekerrür ediyor; İslâm dünyası dünden daha çok vahdete muhtaç. Akif’in bu konuda söyleyeceği çok şeyi var. Yeter ki Safahat’tan haberimiz olsun…
Ölüm yıldönümü dolayısıyla Akif’e rahmet diliyorum.