Son zamanlarda eğitimde yeni bir kavram ortaya çıktı: “Atanamayan öğretmenler”. Cumhuriyetin ilk yıllarında öğretmen yetersizliği, eğitimin en önemli sorunlarından biriydi. 1980’li yıllardan sonra eğitimin bu sorunu, yani “nicel” sorunu, çözülmeye başlandı ve giderek ihtiyaçtan fazla öğretmen adayı mezun edildi. Bugün gelinen noktada rivayete göre, 1 milyon “öğretmen adayı” öğretmenlik ataması bekliyor. Devletin öğretmen ihtiyacı da yine rivayete göre 100 bin. Burada yaman bir çelişkinin olduğu açıkça görülmektedir. Bu durumda yapılması gereken Devletin ihtiyacı kadar öğretmeni sınav marifetiyle seçmekten başka bir şey değildir. Bu soruna ilişkin sorulan kritik soru şudur: Madem bu kadar öğretmen ihtiyacınız yoktu, neden bu kadar öğretmen adayı yetiştirdiniz? Çok doğru bir soru. Peki, bu sorunun cevabı ne? Kısaca açıklayalım:

Ben eğitim enstitüsü mezunuyum. Eğitim enstitüsü Milli Eğitim Bakanlığına bağlıydı. Bu nedenle mezun ettiği herkesi istihdam ediyordu. Çünkü ihtiyacı olduğu kadar öğretmen adayı alıyordu. O dönemde MEB, hem öğretmen yetiştiren, hem de öğretmeni istihdam eden konumundaydı. Günümüzde öğretmen adayını üniversiteler yetiştiriyor, ama istihdamını MEB yapıyor. Esas sorun burada!.. Bu durumda MEB ile YÖK’ün öğretmen yetiştirme ve istihdam konusunda, ortak bir anlayışla, işbirliği içerisinde olması zorunlu bir ihtiyaçtır. Yıllarca bu gerçeğin altı çiziliyor olmasına rağmen, sorun çözüme ulaştırılamamıştır. Üniversiteler özerk kurumlar olarak, kendi işlerini yapıyor, MEB da işveren olarak kendi işini yapıyor. Her ikisi de işini yapıyor olması açısından haklıdır. Ama bir konuda haklı olmak yetmiyor. Örneğin ikinci öğretim uygulaması eğitim fakültelerinde MEB’ nın önerileri doğrultusunda kaldırıldı(PDR hariç). Ne var ki, fen-edebiyat fakültelerinde hâlâ devam ediyor. Fen-edebiyat fakültelerinde öğrenim gören öğrenciler “bilim adamı” olmak üzere girdikleri fakülteden öğretmen olarak çıkmak istiyorlar. Bu da eğitim fakültesi öğrencilerinin öğretmen olma şansını azaltıyor.

Eğitim fakültesi mezunlarının kendilerini “öğretmen adayı” görmelerini anlarım, ama kendilerini “atanamamış öğretmen” olarak tanımlamalarını anlamakta güçlük çekiyorum. Hele fen-edebiyat fakültesi mezunlarının kendilerini “atanamamış öğretmen” olarak tanımlamaları hiç anlamlı değildir, doğru da değildir. Bu mezunların kendilerini “atanamamış öğretmen” olarak tanımlamalarının sebebi de onların “pedagojik formasyon” sertifikasını almış olmalarıdır. Bu garabete artık bir son verilmelidir. Bir kimya öğretmeni sertifika alıp mühendis olabiliyor mu? O zaman bir mühendis de bir sertifika ile öğretmen olamamalıdır.

Bakanlığın her üniversite mezununu istihdam etmek gibi bir zorunluluğu yoktur. Üniversitelerin de verdikleri diploma ile herkesin iş bulabileceğini garanti etmesi gibi bir husus da dünyanın hiç bir yerinde yoktur. Her işimizde “bilimi” kendimize rehber edindiğimizi söylediğimiz halde, öğretmen yetiştirme ve istihdamında neden bilimi kendimize kılavuz kabul etmiyoruz? Üniversiteler iş bulma merkezleri değildir. Ama ülke gerçeklerini dikkate alarak öğrenci yetiştirmek de bilimselliğin bir gereğidir. Piyasada bu kadar boşta gezen fen edebiyat mezunu varken, hâlâ ikinci öğretimin açık tutulması hangi bilimsel bulgu ile açıklanabilir?

Atanmış öğretmenlerin bile öğretmen değil, “aday öğretmen” olarak adlandırıldığını düşünürsek, üniversite mezunu herkesin “atanamayan öğretmen” olarak tanımlanması doğru bir tanımlama değildir. Siz hiç “atanamayan kaymakam” duydunuz mu?