Trabzon’da Rum ve Ermeni vatandaşlara ait olup Cumhuriyetten sonradan yıkılan binaların yıkılma öyküsü ve buna neden olan olayların incelendiği yazı dizimizin dünkü bölümünde, şimdi yerinde Ziraat Bankası olan Maraş Caddesi’ndeki Ermeni Çarhapan Kilisesi hakkında bilgi verilmiş, bu binanın yıkım öyküsü paylaşılarak bazı sorular sorulmuştu. Bu gün ise Kemerkaya Metropolitlik kilisesi ve yıkılmasına neden olan zihinsel arka plan anlaşılmaya çalışılacak ve genel bir değerlendirme yapılacaktır.

Kemerkaya Metropolitlik Kilisesi

 Kaynaklar bu binanın (1280-1297) Trabzon İmparatoru II. John Kommenos dönemine kadar götürmekle birlikte, 1863 de Trabzon Metropoliti Konstantius döneminde yeniden inşa edildiği belirtilmektedir.

Peki, bu binanın yıkım süreci nasıl gelişti, neler konuşuldu, ona bir göz atalım. Trabzon Belediyesi Meclis arşivine girdiğimizde, 1944 yılında Trabzon Belediyesi ile İl Hususi İdaresi arasında bir İmar Birliği kurulduğunu görüyoruz.Birliğin amacı şöyle belirtilir;

“Trabzon şehrinin imarına ve kalkınmasına yardım edecek mahiyette gazino, otel, plaj, eğlence yerleri ve turistik hareketleri tahsil edecek şekilde tesisler vücuda getirmek ve icap ettiği takdirde bunları işletmek ve sıhhi numune evleri kurmak, sırasıyla birliğin esas gayelerini teşkil eder.”

Dönemin Belediye Başkanı Cevdet Akçay,

“Birlik nizamnamesinde bahsedilen gazino, şehrin denizden en gösterişli bir mevkiinde bulunan bir kiliseyi yıkarak yerinde yapılacak gazinodur. Bu şehir denize arka vermiştir. Deniz havası alacak ve ruha ferahlık verecek bir gazinomuz ve toplantı mahallimiz yoktur. Ve bu herkesçe duyulan bir ihtiyaçtır” der.

Başkan’ın yaptığı açıklamada şehrin denizden en gösterişli bir mevkiinde bulunan ve gazino yapılması için yıkılacak olan kilisenin neresi olduğunu. Trabzon Belediyesinin 1943-1944 Yılı Mesai Raporundan çıkartıyoruz; Raporda;

“Birlik heyeti teşkil olunmuş ve ilk iş olarak Kemerkaya’daki büyük kilise binası şehir gazinosu haline getirilmek üzere Defterdarlık’tan satın alınmıştır. Halen ciheti askeriyenin işgalinde bulunan bu bina, tahliye edilir edilmez, derhal tadilatına başlanacaktır” denilmektedir.

Nitekim 1945 yılında ilana çıkılır ve ardından yıkılarak yerine bir gazino yapılır. 1948 yılına gelindiğinde Kilise yerine yapılan gazino, Şehir Kulübü tarafından kiralanır.Yeni gazino o günkü Yeniyol Gazetesinde şu şekilde duyurulmuştur;

“Yaşasın İmar Birliği, var olsun Kemerkaya Gazinosu’nu yaptıranlar. Gittim gördüm, eserin en iyisi, en parlağı işte bu gazinodur. O ne şahane, o ne şairane manzara! Ufuklara Trabzon’a hakim böyle mevkii seçimindeki isabeti alkışlamamak mümkün mü?”

Şehrin aydınları ne düşünüyordu?

Bu yıkım sürecinde karşı görüşte olan bir tek meclis üyesi yoktur. Yerel basında da takip edebildiğimiz kadarıyla bir tenkide de rastlanılamamıştır. Ancak, 1937 ve 1939 tarihli Yeniyol Gazetesi’nde yayınlanan yazıları, bu ve buna benzer binalara o gün ki aydınımızın bakış açısını göstermesi açısından aşağıya alıyoruz;

Sene 1937, gazeteci Cevdet Alap tarafından kaleme alınan ve “Teşçir, kültür işlerine dair” başlıklı yazı şu şekildedir;

“Bu gün Halk Partisi’nin bulunduğu binada, fi falan tarihte mülga Türk Ocağı bulunuyordu. Ocak başkanı bugün Üçüncü Umum Müfettişlik Kültür Müşaviri ve o zaman Muallim Mektebi Müdürü olan Bay Mustafa Reşit Tarakçıoğlu idi. Biz hep birden Ocağın faal azaları idik. Bay Reşit başımızda olarak grup grup köylere çıkar, halkı tenvir ve irşat eder, nerede bir kilise ve bir yabancı kültür nişanesi olarak yazı, ad ve eser bulursak onu yok etmek için elimizden geleni yapardık. O yıllar içinde Türk Ocağı bir hayli kilise yok etmiş, Türk diline aykırı düşen dillerle, adlarla mücadele etmiş ve hatta beyannameler çıkarılmıştı..”

1939 yılında yine Yeniyol Gazetesinde bu sefer başka bir yazı;

“Manastır havasını teneffüs etmekten ve bir rahip karşısına burun buruna gelmekten irkilen ikrah hisseden Türk ruhu, milli hudutları içinde her bakımdan daima kendi varlığı ile baş başa kalmak ister... Limana yaklaşan bir vapur, yolcularına en evvel, şehrin tepesinde sivrilmiş, kültürümüze müstehzi bir tarzda bakan ve etrafı haçlarla çevrilen bir kiliseyi göstermektedir... Kemerkaya’daki kilise; şehrin alnında yatan bir kir, kara bir lekedir. Tepesinde yalnız kendi bayrağı eksik olan bu kerata yapıya gözlerimiz iliştikçe midemiz bulanıyor. Ve Türk tarzı mimarisini yükselten minarelerimizle hala boy ölçüşmekte devam etmesine tahammül edemiyoruz... Haçlı bir örtü halinde şehrin çevresini kirleten ve kültürümüze diş bileyen bu manasız yapıyı yıkmak iyi bir eser olacaktır. Koyu bir milliyetçi ve hakiki bir inkılap adamı olan genç Valimiz Osman Sabri Adal’ın, bizi bu manevi azaptan kurtarmalarını rica ederiz.”

Bu insanlara ne oldu da artık böyle düşünmeye başladılar? Çünkü şairin dediği gibi “Evvel bu iş yok idi, iş bu rivayet yeni çıktı.”

Hiç kimse Trabzonluyu, başka kültür ve din mensuplarına karşı hoşgörüsüz ve vandal göstermeye kalkmasın. Çok değil 10 Nisan 1904 tarihinde Osmanlı belgelerinde “Trabzon’da meskûn Hristiyan ahalinin Paskalya Yortusu’nu emniyet içinde ve rahatlıkla geçirdiklerinin ve padişaha duada bulunduğunun Trabzon Valisince bildirildiğini görüyoruz.

Sonraki tarihlerden de bir örnek verelim;

Sene 1944. Trabzon Belediye Meclis tutanaklarına yansıyan bir görüşme; İskenderpaşa Mahallesinde, pazar günleri şehirde yaşayan ecnebilerin özellikle yağmurlu havalarda çamur içinde kalan sokaktan kiliseye giderken, üzerleri kirlendiği belirtilerek bunun düzeltilmesi hususu Mecliste gündem olmuş ve yol tamir edilmiştir.

Daha önce huzur içinde olduklarından, gayri Müslimlerden “dua alan” ve kiliseye giden vatandaşlarının çamura basmasına razı olmayan bir millet, nasıl oldu da “bir ara dönemde” yukarıda detaylı örneklerini verdiğimiz bakış açısına sahip oldu? Yazımızın bir yerinde dediğimiz gibi, o arada bu şehirde her şeyi ters düz eden çok sarsıcı bir şeyin olması gerekir.

Türk insanının yaşadıkları

      

 Trabzon açısından konuşacak olursak o sarsıcı “şeyin” Rus işgali sırasında insanımızın yaşadıklarını söylemek yanlış olmayacaktır. Ülkemiz ve özelde binlerce yıllık bir medeniyete ev sahipliği yapan Trabzon şehri işgal ediliyor. 500 yıldır birlikte yaşadığımız, kapı komşuluğu yaptığımız, kız aldığımız, borç verip borç aldığımızşehrin ticaretinde söz sahibi olan Ermeni ve Rum komşularımızdan bizimle beraber omuz omuza şehrimizi işgalden korumalarını bekliyoruz.

 

Yokmu buna hakkımız? Ama öyle olmadı maalesef.

Bakın, 1947 senesinde Yeniyol Gazetesinde anılarını yazan gazeteci Cevdet Alap, o günleri nasıl anlatıyor;

“Rusların Trabzon’u işgalinde cephe başkumandanı Lahof, erkanı ile Taksim’e gelişinde Trabzon Rumlarından avukat Lazari ile Avukat Sokrat’ın teşebbüsleriyle bazı Rumlar Sancağımızı yol üzerine sermişlerdi. Başkumandan sancağı yerde görür görmez erkânı ile o mevkide durarak; Nedir bu hal? Diye sorunca, avukat Sokrat; Mağlup olan devletin sancağı, sizin gibi galip olan devletin ayağının altına yakışır, cevabını verince, Rus kumandanı şöyle hitap ve itapta bulunur;

“Nankörler, hini fetihten itibaren (Trabzon’un fethini kast ediyor) sizin hayatınızı, namusunuzu muhafaza eden bir devletin harp dolayısı ile mağlup olmasına karşı, sancağını bizim ayağımızın altına seren sizin gibi nankörler, biz de mağlup düşsek, bizim de sancağımızı galip olan devletin ayağının altına sereceğinizi anladım” der.

Geçmişin acılarını kaşımak amacımız değil. Ancak geçmişte olan ve Türk insanının bakış açısını değiştiren olayları anlamadan, konunun anlaşılması mümkün değildir. Zira bazı hadiseler, ancak gerçekleştiği dönemin şartları içerisinde değerlendirilirse sağlıklı bir yol alınabilir, diye düşünüyoruz.

Trabzon’un işgal yıllarına şahit olanlardan Muzaffer Lermioğlu, 1949 yılında Akçaabat’ın kurtuluş günü kutlamalarında yaptığı konuşmada o günleri bakın nasıl anlatmıştır; “65 bin nüfus çevresi içine alan ilçemiz, bu işgal ve savaş yıllarında asker ve sivil olarak nüfusun üçte birinden fazlasını, 23 bin evladını gaip etmiştir.  İşgal günlerinde bu topraklar üstünde tüten tek ocak, harap ve virane kalan bu sahillerde yıkılmadık bir yuva, canına kastedilmedik bir Türk, ateş verilmedik bir liman kalmamıştı.

Bu toprakların sahiplerinden hicret edenlerden yurdun sığındığımız diğer köşelerinde ocaklarımızdan uzaklarda, yad illerde bu meşum felaketin her gün dolup taşan kahrı ve elemiyle göz yaşı döker, çeşitli facialarla yeryüzünden silinip giderken bu toprakları ellerine geçiren barbarlar, bu topraklar üstünde bizden kalma ne varsa hepsini hayasızca yağma ediyor, yok ediyor.  Buralarda bizden milli varlığımızdan bir iz ve eser bırakmak istemiyordu.”

Emniyet Müdürünün evlatlık aldığı kız çocuğu

Yine işgal ve muhacirlik yıllarında, ana babası kaybolmuş yetim çocuklara yapılanları Gazeteci Cevdet Alap şöyle anlatmaktadır;

“Bir gün emniyet müdürü Refik Koraltan, bu yetim yavrulardan bir tanesini evlatlık almak için komiser Erkan’a münasibini seçmesini emretmiş ve münasip görülen 12 yaşlarında bir kız çocuğu alınmıştır. Yapılan tıbbi muayenede yalnız bu kızın değil bütün çocukların Rus ve Ermenilertarafından iffetlerinin bozulmuş olduğu görülünce hayret içinde kalınmıştır.”

Özellikle Türklere karşı Ermeni zulümleri başka bölgelerde de kendini acımasızca göstermiş ve bunlar ülkenin her tarafından duyulmuştur. 1938 yılında SSCB Bilimler Akademisi Tarih Enstitüsü yayın organı İstroriçeskieZapiski dergisinin 2. Yayımlandığı Taşnak Raporu da tüyler ürpericidir. Taşnak subayı, 1920 yılında Veyazıt-Vaaram bölgesinden yazdığı raporunda yapılan uygulamaları övüne övüne hikâye etmektedir;

“Basar-Geçar’daki Türk nüfusu ayırt etmeden imha ettim. Bazen kurşunlara yazık olmasın dersin ya. Bu köpeklere karşı en etkili yol, çarpışmadan sonra sağ kalanları toplayıp kuyuların içine tıkmak ve bir daha dünyada bulunmamaları için yukarıdan ağır kayalarla ezmek. Ben de öyle yaptım. Bütün erkekleri, kadınları ve çocukları topladım, benim tarafımdan atıldıkları kuyuların içinde kayalarla ezerek hepsinin hayatına son verdim”

Bu konuyu çok uzatmayacağız. Ancak unutmayalım o yıllar,ayrıca Gürcü ve Ermenilerin ülkemiz topraklarında hak iddia etikleri yıllardır. 1948 senesi Halk Gazetesi’nde konuya değinilmiş ve “Kimin Hakkı Var” başlıklı bir yazı kaleme alınmıştır;

“Anadolumuzun Şimal doğu bölgesi üzerinde hak iddia eden Gürcü ve Ermeni profesörler birbirine girmişler, Gürcüler “Ermenilerin burada hiçbir hakkı yoktur” diye bağırıyorlarmış. Ermeniler ’de “Burası Gürcülerin olamaz” diyorlarmış...Şu Gürcü ve Ermeni profesörleri boşuna kavga edeceklerine, kimin haklı olduğunu bize sorsalar ya..”

Nasıl yorumlayalım?

Yukarıda Belediye Başkanı ve Meclis üyeleri ve dönemin aydınlarının, 1937 senesinden itibaren konuya bakışlarına dair örnekler sunduk. Bugün aradan geçen seksen sene sonra bu görüşleri tenkit edebiliriz. Ancak sadece bir döneme has olan bu bakış açıyla ecdadımızı yargılamak doğru olmaz düşüncesindeyiz. Zira başka din ve kültür mensuplarına ait eski eserler bu gün “Dünya Kültür Mirası” olarak adlandırılır, kıymet görür ve korunmaya çalışılır.  Bununla birlikte,dün yaşananlar yaşanmamış olsaydı durum elbette farklı olurdu, diye düşünüyoruz.

Zira Cumhuriyetin ilk yarısında Trabzon’da yapılan yıkımların arka planında, acı hatıraları insanların hafızalarında o yıllarda henüz taze olan Rus işgali sonrasında, Ermeni ve Rumlar tarafından bölgede yapılan mezalimin ve Trabzon’un da içinde bulunduğu memleketimizin bir parçası üzerinde halâhak iddia etmelerinin etkisinin olmadığını kim söyleyebilir. Toplumun bir kesimi yaşanmış acılar nedeniyle duyduğu haklı öfkeyi, onlara ait ve onları hatırlatan dini yapılardan çıkarmış, çok eski yapılardan ziyade son dönem yapısı olan kiliseler bu hıncın kurbanı olmuştur.

Aslında amacımız geçmişte yaşanılan acıları yarıştırmak değildir. Ancak Türkün yaşadığı acı hatıralara bakmadan yapılan değerlendirmelerin insaf ölçüsüne uymayacağını düşünüyoruz.Hem sonra, tarihten gelen ve başka kültürlere ait kültür mirasları konusunda o yıllarda başka ülkeler, özellikle Avrupa ülkeleri farklı mı düşünmüş ve davranmışlardır.

Avrupa’daki Türk-İslam Eserlerine Ne oldu?

Nerdeyse sekiz asır İslam Medeniyetine ev sahipliği yapmış olan İspanya’daki Endülüs Devletine ait mimari eserlerden %95’inden fazlası bugüne ulaşmamıştır. Çünkü çoğu bakımsızlıktan yıkılmıştır. Yıkılmayıp ayakta kalan eserlerden meselâ câmilerin çoğu ya bilinçli şekilde yıkılmış ya da kiliseye çevrilmiş, yıkılan bazılarının yerine kilise inşa edilmiş, minareler ise çan kulesi yapılmıştır. Saray, köşk ve konak gibi yapılar ise yeni Hıristiyan sahiplerince yenilenmiş, yenileme esnasında Endülüsî unsurlar kısmen ya da tamamen yok edilmiştir. Endülüs mahallelerine gelince, bunlar da yeni yapılarla büyüyen şehirlerin içinde nerdeyse kaybolup gitmiş, geriye onlardan dağınık bazı parçalar kalmıştır.

Ya asırlarca Osmanlı İdaresinde kalan Balkanlardaki İslam eserleri? Ancak keşke bugünkü eski eserlere Dünya kültür mirası penceresinden yapılan sahipkâr bakış, o yıllarda bütün ülkelerde hakim olsaydı diye düşünüyoruz. İlk taşı kim attı derseniz. En azından bizim atmadığımızı söyleyebiliriz. Nitekim buna bir örnek de, Yunanlıların işgal ettikleri yerlerde Türk okullarını kapatmaları üzerine, Trabzon ve Samsun’daki Rum okullarının kapatılmış olmasını verebiliriz. Yani mütekabiliyet esası burada uygulanmıştır.

Asırlarca gayri müslim halkla beraber yaşamış ve onların ibadethanelerine en ufak bir taşkınlık göstermemiş bir milletin sadece bir dönemde bu noktaya gelmiş olmasını, yeri geldikçe dile getirdiğimiz ve yakın tarihte milletimizin yaşadığı büyük ihanet ve mezalimlerin, göz ardı edilerek değerlendirilemeyeceğini belirterek, konuyu tamamlayalım.

Fatih Erol

Editör: TE Bilisim