Okul, çocuğa zor gelen çalışmalar yaptırıyorsa, çocuk okulu sevemez ki… Düşünmeyi kolaylaştıramayacağımıza göre, çocukların çalışmalarını kolaylaştırmak gerekir. Bir taraftan öğrenci merkezli eğitimden söz ediyoruz. Bir taraftan da her öğrenciden aynı çalışmayı istiyoruz. Aynı zamanda da “bireysellik” ilkesinden bahsediyoruz.

Bir okulda bütün öğrencilere aynı çalışmalar yaptırılıyor, aynı ödevler veriliyorsa, bunun bireysellik neresinde? Problem çözme, insana keyif verir. Okulda iken bir matematik problemini çözerken zorlandığımızda ne kadar huzursuz olduğumuzu ama problemi çözme başarısı gösterdiğimizde de ne kadar keyiflendiğimizi hepimiz hatırlarız. Öyleyse öğrencilere vereceğimiz problemler onların çözebileceği kadar basit olmalı ama onlarda bir miktar zihinsel çaba gerektirecek kadar da zor olmasına dikkat etmek gerekir. Çocuk okulda bireysel ilgi ve ihtiyaçlarını karşılayabilecek çalışmaları yapmaya uygun bir öğretim etkinliği içine girerse, okula daha bir sıcak bakmaya başlar. Aksi durumda, okuldan hep uzak durmanın çarelerini arayacak. Hiçbir şey bilmiyorsa, karnı ağrıyacak. Öğretmenler öğrenci merkezliliği hayata geçirmiyorsa, öğrenci, öğretmene mesafe koymaya başlıyor; öğretmeni sevmemeye başlıyor. Bu sevgisizlik o kadar büyüyor ki, öğrenci, o öğretmeni görmemek için her türlü yola başvurmaya başlıyor.

Bir okul müdürü anlatmıştı: Bir öğrencimiz var, Çarşamba günü okula gelmemeyi alışkanlık haline getirdi. Her Çarşamba mutlaka acile kalkar, serum alır ve akşama kadar hastanede yattıktan sonra, ertesi gün okula gelir. Sebep? Çarşamba günü derslerine giden bir öğretmen! O öğretmeni görmektense, acile gidip, serum yemeği tercih ediyor. Burada öğrencinin öğretmenle iletişim kuramaması sorunu açıkça görülüyor. Belki de bu öğretmenin anlattığı bilgi, öğrenci için bir anlam taşımıyor. Öğrenciye öğretilecek bilgi, öğrenci için anlamsız ise, bu bilginin anlaşılmasını beklemek boşunadır. Bazı öğrenciler için anlattıklarımız büyük bir sorun teşkil etmeyebilir, ama bazıları için anlattıklarımız büyük sorun olabilir. Bunun nedeni, bireysel farklılıklardır; her çocuk ayrı bir dünyadır.

Öğretmenin bu ayrı dünyaların her birine girebilmeyi bilmesi gerekir. Eğer öğretmen salt müfredatı öğrencilere aktarmakla işini yaptığını sanıyorsa, bilin ki yanılıyor. Çünkü müfredat bir çerçevedir, pusuladır. Bu çerçevede kalmak şartıyla, bütün öğrencilerin bireysel özelliklerini göz önünde bulundurarak, müfredatı uygulamaya çalışmalıdır. Bireysel özellikleri o günkü konuyu anlamaya uygun olmayan öğrenci için o bilginin hiçbir anlamı yoktur. Bunun böyle olmasında öğrencinin de bir sorumluluğu yoktur. Çünkü bireysel yetenekleri, o bilginin anlamsızlığını ona hatırlatıyor. Bir şey anlam taşımıyorsa, o, ne kolay öğrenilebilir, ne de öğrencilere ilginç gelebilir. Okulun en önemli görevi, çocuklara zevk için okumayı öğrenmelerini sağlamaktır. Eğer bunu başarabilirlerse, çocuklar hayatları boyunca bilişsel öğrenmelerden kolayca faydalanabilirler.

Bugünkü haliyle okulda öğrenciler sadece “okul için” okumuş oluyorlar. Hatta okul için değil, sadece “sınav için” okumadan söz edebiliriz. Böylesi bir okumanın keyif vermesini düşünmek boşunadır. Müfredatın yoğunluğu, öğrencilerin “zevk için okuma” becerisini geliştirmenin önünde en büyük engeldir. Buna rağmen, öğretmen, alanı ne olursa olsun, öğrencilere zevk için okumanın keyfini tattırabilmelidir. Okumadan keyif almasını bilen bir öğrencinin okulu sevmemesi için bahanesi olmayacaktır. Sınav kaygısı olmadan kitap okuma keyfini yaşatarak geçecek okul günlerinden rahatsız olacak çocuk hemen hemen hiç yoktur. Okulu sevdirmek için ayrıca bir çaba içinde olmanın gerekliliği ortadadır. Bugünkü haliyle okula zorla giden öğrenci de mutsuz, zorla öğrencilik yapan öğrenciye bilgi vermek zorunda olan öğretmen de mutsuz, haliyle yöneticiler de bu mutsuzluktan paylarına düşeni almaktadırlar… Okulları sevilen mekânlar yapmanın bir yolu değil, bir çok yolu var. Yeter ki bunun farkında olalım…