Devletin varlığı iki ana temele oturur: Eğitim ve güvenlik… (bu yüzden ikisi de kamu hizmetidir). Düşünün, ruh sağlığını koruyamayan bir polis kimi koruyabilirdi ki! Çok üzücü, Allah rahmet eylesin(gerek Erdoğan, gerekse Soylu bu konuya kesinlikle eğilecektir, eminim)… Ya eğitimci? Kendini eğitememiş bir akademisyen kimi eğitebilir ki?

Cüretkâr bir yazı olacak bu; urgan ipini boynuma kendim geçiriyorum; “yalan!” diyen, sehpaya tekme atsın da göreyim!

Boğaziçi Üniversitesi’ne atanan rektöre karşı eylemler yapılınca “gelenek” lafı pek bir moda oldu. Köklü üniversitelerin gelenekleri olduğu, müdahaleye gelemeyecekleri falan söylendi. Canlı yayınlara katılan bir sürü akademisyen, evrensellik ve bilimsellik türünden laflar ile adeta Sokrates’in Savunması’nı oynadı. İşin içinde olmayanlar, üniversiteleri mükemmelliğin simgesi gibi sunan bu demeçlere aldanıp savunmaya katıldı. Hükümetten yana olanlar dahi, akademinin dokunulmazlığından dem tuttu. Şüphesiz ki bu ortak tavır biraz da yetişme tarzımızla ilgili.

Dedelerimiz, “Diplomanı al da istersen yine çalışma”, derdi. Üniversiteleri işte o kadar saygın, seçkin ve eleştirilemez kurumlar olarak görmek genlerimizde var. Fakat gerçek çok başka. Sıkı durun!

Eski bir dostum, akademiden istifa ettiğinde çok şaşırmıştım. Ne güzel meslek, koca öğretim görevlisi oldun, neden bu istifa, diye sorduğumda “anlatsam inanmazsın” demişti yaklaşık on yıl önce. Anlattı, inanmakta güçlük çektim sahiden. Bu camianın içindeki yerimi alana kadar eski dostumun abarttığını sanıyordum. Bilim, sanat ve eğitimi geliştirmekle görevli kurum ve kişilerin; bilime, sanata ve eğitime adanmış hayatları nasıl mahvettiğini kendi gözlerimle gördüm.

Boğaziçi rektörü intihal yapmakla suçlandı. Komik olmayın, bugün ülkemizde, intihal (akademik hırsızlık) yapmamış akademisyenlerin sayısı yüz elliyi geçmez. O eyleme katılan akademisyenlerin içinde dahi bunu yapan vardır, emin olun. Üniversitelerin gelenekleri olduğu söylendi. Gelenek deyince aklımıza bilimsel ekoller ya da eğitim usulleri gelebilir ama hayır! Gelenekten kasıt üniversitelerin feodaliteye kurban edilmesidir. Pek çok üniversite idarî ya da akademik olsun yönetimin siyasî görüşüne göre şekillenir, aykırı olanlar dışlanır ya da içeri hiç sokulmaz. Bir diğer gelenek de akrabalık ve aile ilişkileridir. Gaziantep Üniversitesi’nde bir personel vefat etti, taziye mesajında dört diğer personelin adı geçiyor! Adam öteki tarafa gitmeden sülalesini kadroya almış. Eğer bu sadece orada oldu sanıyorsanız, çok safsınız.Gazi Üniversitesi’nin sağcı bir yapıda olduğu söylenir; doğrudur. Peki ya Hacettepe Üniversitesi’ne solcu olmayanın giremediğini, akademisyen olarak girse de akıl almaz baskılara maruz kaldığını söylersem? Açık olalım, gelenek derken her üniversite, kendi dar ideolojik kalıbından söz ediyor, eğitsel mirastan değil!

Rektör atamasını cumhurbaşkanı yapmasın, deniliyor. Eyvallah. Ama işler dışarıdan görüldüğü gibi hür, demokratik, bilimsel falan değil! Rektör seçimi demek içeride onlarca akademisyenin birbiriyle kavga etmesi, koca profesörlerin birbiri ardından dedikodu yapması, kendi safında olmayana (hatta onun tez öğrencisine, sekreterine, çay içmeye gelen misafirine) kin gütmesi ve akademinin bölünmesi demektir. Siz o anlı şanlı akademisyenleri bir de rektörlük seçimi öncesinde görün!

Hitit Üniversitesi’nde iki öğretim üyesi kavga ederken, “Ben senin nasıl doçent olduğunu biliyorum!”, “Biz de sizin nasıl profesör olduğunuzu biliyoruz” diye bir atışma yaşandı. Durum bu kadar vahimken Recep Tayyip Erdoğan rektör atamış, atamamış çok da mühim değil. Akademisyenlerin bu gidişe gerçekten dur demek gibi bir niyetleri olsaydı iş bu raddeye varmazdı. Şu tür bir yazı dahi yazamamışlar bugüne dek!

Bir ahbabımın doçentlik başvurusu kabul edilmedi. Tanıyorum, çok bilgili ve birikimli. Başarısız kararı veren profesöre gidiyor; “Hocam sorun ne, dosyamın nesinden memnun kalmadınız” diyor. Jüri üyesi profesör, sırıtarak “Dosyana bakmadım ki” cevabını veriyor. Ve ekliyor: “Danışman hocana sor!”. Elli yaşını aşmış iki profesörün kendi arasındaki didişme genç ve azimli bir akademisyenin bütün emeğine mal oluyor. Alın size bilim, alın size evrensellik!

Askerî vesayet bitti diye seviniyorsunuz ama akademideki vesayeti görmüyorsunuz; mesleğe şevkle başlayan, çalışkan ve başarılı birçok akademisyen, amirinin keyfî isteklerini karşılamaktan yorulup istifa ediyor, yurt dışına kaçıyor ya da ruhsal tedaviye muhtaç hale geliyor. İnanmayan çevresinde bir akademisyenle on dakika sohbet etsin. Dahası da var, KDK ve CİMER’emobbing (ruhsal baskı) nedeniyle başvuruda bulunanların yarısına yakını akademisyen. Bitmedi, merkezi atamaya dayalı ÖYP (Öğretim Üyesi Yetiştirme Programı), dekanların şikâyeti üzerine kaldırıldı ve on yıl aradan sonra yeniden kişiye özel kadro ilanları yani torpilli alımlar başladı. İdarî kadroda bulunan akademisyenler açıkça “biz yeniden torpilli atama yapalım, bize karışmayın” dediler. YÖK dayanamadı, kısa düre önce “kişiye özel ilanlar artık yasak” dedi. Ne anlama geliyordu bu: Yıllardır torpil yapılmasına ve kul hakkı yenilmesine göz yumduk ama tadını kaçırmayın (şeyini çıkarmayın!) dedi. İş işten geçmişti…

Üniversitelere siyaset girmesin, eyvallah ama özerklik denilen şey sanılmasın ki bilimin ve sanatın özgürce öğretilebilmesi için kullanılıyor; özerklik artık sadece liyakatsiz atamaların güç kazanmasına yarıyor, başka bir anlamı kalmadı.Bugün tezinin onaylanmayacağı, unvanının verilmeyeceği ya da ruhsal baskıya uğrayacağı korkusuyla sesini çıkaramayan binlerce akademisyen var ve onlara bu azabı yaşatanların en büyük güvencesine dönüştü özerklik. Düşünün ki hakkı gasp edilmiş bir akademisyen YÖK’e şikâyette bulunamıyor. Neden? Üniversiteler özerk eğitim kurumlarıdır, dışarıdan müdahale olmaz, deniliyor. Müdahalenin hası içeride zaten, uyanın!  O koruma polisi gibi, birkaç akademisyen de yaşadığı baskıları özetleyen bir mektup bırakıp hayatına kıydığında medyanın borazanlar öttürmesi işe yaramaz.