Mehmet Akif’in manzum hikâyelerinden biri olan “hasır”, uzun zaman hasta yatmış ve nihayet ölmüş kimsesiz ve zavallı bir kadının gömülmesi olayını anlatır. Akif’te var olan “fakirlere ve kimsesizlere acıma duygusu” bu hikâyede adeta ete kemiğe bürünür.

Bu manzume, dostunun dükkânında geçen konuşmalarla başlar. Bu esnada dükkâna “hasır” almak için gelen bir müşteri girer.

“Epeyce fasıladan sonra geldi bir başka biri:

Genişçe bir hasırın var mı? Neyse hem değeri,

Cenaze sarmak içindir, eziyet etme sakın!”

Mahallede beş aydan beri hasta yatan o kadının öldüğü ve hasırın onu gömmek için lâzım olduğunu anlatır, müşteri. Hasır için pazarlığa giren müşteri ile dükkân sahibi nihayet anlaşırlar.

Ölen kadını bu hasıra sararak mezara kadar götürürler. Şair, bu olayı sonuna kadar acı ile gözler. Ondaki yoksullara, kimsesizlere acıma hissini, yarattığı bu olay vasıtası ile somut olarak gözler önüne serer. Hikâyenin bitiminde;

“Bu perde bitti mi? Heyhat! Atmadım bir adım

Ki ruhu eylemesin böyle bir facia harap!

Hayat namına ya Rab, Nedir bu devr-i azap!”

Mısraları, Akif’in bu tür olaylardan duyduğu ızdırabın derecesini vermektedir. Ayrıca bu mısralarda bir acizlik ve güçsüzlük ifadesi de açıkça görülmektedir.

Ne yazık ki “tarih tekerrürden ibarettir.” Tarih, büyük şairin cenazesinde tekrar aynı biçimde tekerrür etmiştir. Büyük şairin cenazesi de maalesef şairin yukarıda kimsesiz ve yoksul biri için anlattığı gibi, kimsesizlere acıma hissinin zirve yaptığı bir durumu ortaya koymuştur.  Büyük şairin cenazesi dört kişinin sırtında, çıplak bir tabut içinde musalla taşına getirildi. O çıplak tabutun içinde büyük insan merhum Akif yatıyordu. Bu durum tam da şu mısraya uygun düşmektedir:

“Hayat namına ya Rab, Nedir bu devr-i azap!”