Hiç uzatmaya, insan kılığına bürünmüş şeytanlar için de evelemeye gevelemeye gerek yok! Araştırmalarını sağlam kaynaklara dayandıran KTÜ Öğretim görevlisi, saygıdeğer Veysel Usta’nın “Atatürk ve Trabzon” adlı kitabından, anlamasını ve kavramasını bilenler için gerçeğin kısaca özetlenmiş hali:

Trabzon Lisesi’ni ziyaretinde öğretmenler odasındaki toplantıdan çıkan Gazi Mustafa Kemal, ders dinlemek üzere birinci sınıf öğrencilerinin öğrenim gördüğü bir sınıfa girdi. Sınıfta Din Dersi vardı. Dersi de Vasıf Hoca veriyordu.

Mustafa Kemal, Vasıf Hoca’dan dersin konusunun “Siret-i Nebi ve Kur’an” olduğunu öğrenmesi üzerine, bir öğrenciden Kur’an okumasını istedi.

Hakkı Okan adlı öğrencinin Kur’an’dan bir sure okuması ve sorduğu sorulara doğru cevaplar vermesi üzerine memnun olan Mustafa Kemal Paşa öğrenciye teşekkür etti.

Yeniden Vasıf Hoca’ya dönen Mustafa Kemal’in, ondan da “İnşirah Suresi”ni okumasını ve yorumlamasını istedi. Heyecanından yüzü sararan Vasıf Hoca; “Yanımda tefsir kitabı yok. Bu yüzden sizi memnun edecek bir tefsir yapamam.” diye cevap verdi.

Bu cevaptan hoşnut kalmayan Mustafa Kemal; “Birkaç satırlık bir sureyi yorumlamak için tefsir kitabına ne gerek var” dedikten sonra, sureyi kurallarına uygun olarak kendisi okudu. Herkesin anlayabileceği bir Türkçe ile de açıkladı.

Bilmeyenlere hatırlatalım:

Önce, 3 Mart 1924’de Mustafa Kemal’in talimatı ile Diyanet İşleri Başkanlığı kuruldu.

Okuması olup da, anlayabilenler için Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından da “Atatürk ve Din Eğitimi” adlı bir kitap yıllar sonra yayınlandı.

Sonra, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Atatürk’ün talimatı ile “Hak Dini, Kur’an Dili” adı altında 1926’dan itibaren Kur’an’ın tefsiri ve mealini hazırlamaya başladı.

*

Gelelim değil insan, hayvanların bile aralarına kabul etmeyeceği aşikar olan pespayelere!

Cenab-ı Hak, Kur’an-ı Kerim’in, Araf Suresi 179’uncu Ayetinde onları zaten tarif ediyor:

“Ant olsun ki biz cinlerden ve insanlardan çoğunu cehennem için yarattık. Bunlar kalpleri vardır ama onlarla kavrayamazlar Gözleri vardır ama onlarla göremezler. Kulakları vardır ama onlarla işitemezler. Onlar hayvanlar gibidir, hatta daha da şaşkındırlar.”

ATATÜRK VE DİN EĞİTİMİ KİTABI İĞRENİYORUM!


Elimden doğruca, güzelce, iyice bir yazı mı çıkıyor?

İğreniyorum!

Hâlâ bu memlekette doğru, güzel ve iyi olanı savunma gayretimden, bu gayretin boşluğunu anlayamamak enayiliğinden iğreniyorum!
Olanlar ortadayken, hep bugünü yarına erteleyici ve gelmeyecek bir istikbale ısmarlayıcı "cek" ve "cak" edatlarından iğreniyorum!
(Perikles) gibi (Attik) Yunan medeniyetinin en haşmetli ve her şeyi tamam cemiyetinde, (Lirik) şiirin babası (Pindaros) şöyle der:

"Meğer bütün bir ömür katırlara saman yerine çiçek sunmuşum!"

Ben de aynı meraret duygusuyla güneşi cepte kaybetmiş bir topluma bu sırrı anlatamamanın sefaletinden iğreniyorum!
Dudaklarla kalpler arasındaki mesafeden, her akşam başına yorganı çeker çekmez uyuyuveren nefis muhasebesi yoksunu eyyamgüder politikacıdan, tecrit kampı ve iman zindanı haline getirdikleri camilere hissizce girip çıkan marka Müslümanlarından iğreniyorum!

Gördüğü şeyi nasıl görebildiğini izahtan âcizken gözüyle görmediği için Allah’ı inkâr eden maddeciden iğreniyorum!
Posayı cevher sanan kabuk milliyetçisinden, çile çekmeden olmaya bakan ezberci medeniyetçiden, hayat ağacını devirmeyi ve nurlu meyveleriyle ateşe atmayı inkilâp sayan devrimbazdan ve bunlara inananlardan, kapılanlardan iğreniyorum!


Hâsılı, dil adına dilden, el adına elden, vatan adına vatandan ve köy, köylü, şehir, şehirli, gazete, dergi, kitap, mektep, talebe, muallim, polis, memur, kanun, nizam, kadın, erkek, dost, ahbap ne varsa bunların gerçekleri adına hepsinden iğreniyorum!
Ötesi var mı?

Ağlayamayan, anlayamayan, içini kanatamayan, yumruğunu sıkamayan insandan, Allah’ın Kur'an da "belhüm adal-hayvandan aşağı" diye andığı iki ayaklılardan iğreniyorum!

NOT: 17 Mart 1980’de Necip Fazıl Kısakürek (1904-1983) tarafından, sanki bu günler için kaleme alınmış gibi…

EŞEK ONDAN YAHŞİDİR!

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra, Rusya Federasyonu Trabzon’da Başkonsolosluk açmıştı. İlk başkonsolos da Azeri asıllı Sohrab İbragimov idi.

Anadolu Ajansı’ndaki muhabirlik yıllarımızda iyi dost olmuştuk. Dil Türkçe olunca da sohbetlerimiz derinleşmişti.

Felsefeyi de seven ve iyi de yorumlayıp, paylaşabilen İbragimov ile “Söz söyleme” üzerine yaptığımız bir sohbete, önce Mevlâna Celalettin Rumi’ den; Her lâfa verecek cevabım var. Ama bir lâfa bakarım lâf mı diye, bir de söyleyene bakarım adam mı diye hatırlatma yaptık. Sonra, kelâmı, O’nun tarif ile “Akıl ve irade sahipliği ile ödüllendirilmiş bir insana” getirdi.

Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran iradenin sahibi Mustafa Kemal’den sitayişle söz etti. Ardından da, insanlıktan nasibini almamışların, büyük kurtarıcı ile ilgili insanlık dışı eleştirilerini bir Azeri derb-i meseli ile tarif eyledi:

-“İnsan var ki insanların nahşidir. İnsan var ki eşek ondan yahşidir.”

DÜNDEN BUGÜNE

Politika kürsüsünden yolsuzluk…

Kürsüde coşkuyla konuşan politikacı bar bar bağırıyor:

-"Yolsuzluk yapan, kardeşimiz de olsa kolunu keseriz."

Dinleyenler seslendi; "Yeter ki kesin, baltası bizden!"

Ardından çıkan; "Yolsuzlukla mücadelemiz sürecek" dediğinde, "Bölünmüş tünelli olmayan yolsuz yer kalmayacak" demek diye mırıldanmalar oldu.

Ama "Yolsuzluk yapan yanımızdan geçemez. Elinden bile tutmayız" diye etkili ve yetkili olan son hatip yüksek tondan dem vurunca, "Elinden tutmaz da, kol kola girersiniz" denilmedi değil!

4 Ocak 2015

BİR KİTAP

1991 baskısı, Ahmet Mumcu tarafından yazılmış kitap:

Atatürk’ün Kültür Anlayışında Vicdan ve Din Özgürlüğünün Yeri.

Din ve vicdan özgürlüğünün sağlanmasında Atatürk’ün düşüncesi ve yaptığı çalışmalar 67 sayfalık eserde olabildiği kadar satırlara dökülmüş.

Atatürk’ün; “Her fert istediği gibi düşünmek, istediğine inanmak, kendine has siyasi bir fikre malik olmak, mensup olduğu dinin icaplarını yapmak veya yapmamak hak ve hürriyetine maliktir” düşüncesi ile kişilerin hak ve özgürlüklerine ne denli değer verdiğini ortaya koyan bir eser.

KISSADAN HİSSE

Padişahın birinin Doğrucu Davut adında bir veziri var imiş… Padişah bir gün savaş hazırlıkları yaparken sormuş; “Davut ne dersin, bu savaşı kazanabilir miyiz?”

Doğrucu Davut bakmış bu işin sonu iyi görünmüyor; “Padişahım gelin bu savaştan vazgeçin, şu şu sebeplerden dolayı kaybederiz.”

Padişah bu ya, “Bre Davut sen nasıl benim irademe karşı gelirsin… Atın derhal zindana” demiş…

Padişah savaşa gitmiş ve kaybetmiş, ama Davut hala zindanda… Aradan altı ay geçmiş, yine bir savaş durumu olmuş… “çağırın şu Davut'u soralım bakalım bu defa ne diyecek” demiş…

Davut huzura gelince, padişah; “Söyle bakalım Davut yine bir savaş durumu var, bu defa ne diyeceksin?”

Davut savaşla ilgili şartları şöyle bir gözden geçirmiş ve “Padişahım siz en iyisi beni zindana geri gönderin” demiş!