Genç yaşından itibaren cephelerde ağır sorumluluk ve yoğun stres altında çalıştı. Düzensiz beslenme, uykusuzluk ve yoğun sigara kullanımı bu yükü giderek artırdı. Cumhuriyet’in ilanından sonra ise yeni devletin inşası, siyasî baskılar ve bitmek bilmeyen mücadeleler sağlığını daha da yıprattı.
İlki Kasım 1923’te, ikincisi Mayıs 1927’de olmak üzere iki önemli kalp krizi geçirdi. İlk kriz bir yürüyüş sırasında baskı tarzında ve sol kola vuran göğüs ağrısıyla başladı. Kendini iyi hissetmediğini arkadaşlarına sessizce belli etti ve bir kayanın üzerine oturdu. Çevresindekilerin endişesini fark edince kısa süre sonra ayağa kalktı ve daha iyi olduğunu söyleyerek onları rahatlattı. İkinci kriz ise birkaç yıl sonra bu kez yemek masasında benzer şikâyetlerle ortaya çıktı.
Her iki olayda da göğüste baskı ve sol kola yayılan ağrı tarif etti. O dönemde EKG keşfedilmiş ve klinik kullanıma girmişti ancak yaygın değildi. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde bir cihaz bulunduğu tahmin edilse de Gazi Paşa’ya EKG çekilmedi. Bugün kalp krizinin dakikalar içinde tanı almasını ve tedavi edilmesini sağlayan troponin, ekokardiyografi ve anjiyografi gibi modern tanı araçları o yıllarda henüz yoktu. Dr. Refik Saydam ve Ord. Prof. Dr. Neşet Ömer İrdelp başta olmak üzere dönemin yetkin hekimleri vakayı “angina pektoris” olarak değerlendirdi; günümüzde bu tablo akut koroner sendrom olarak tanımlanıyor. Devletin istikrarı kaygısıyla hastalık dönemin kamuoyuna sınırlı biçimde yansıdı.
Savaş meydanlarında geçen bir gençliğin ardından Gazi Paşa’nın kalbi yeni bir imtihanla karşı karşıyaydı. Cephelerin tozunu, siyasetin fırtınasını, bir milletin umut ve tedirginliklerini içinde taşıyan; yıpranmış olsa da hiçbir zaman coşkusundan vazgeçmeyen bu kalbi zorlayan risk faktörleri nelerdi?
Her şeyden önce sigara Gazi Paşa’nın baş düşmanıydı. Buna bir de yoğun stres ve aşırı çalışma temposu eklendi. Savaş yıllarından Cumhuriyet reformlarına kadar süren ağır mesai bedeni kadar sinir sistemini de yıprattı. Uykusuzluk ve düzensiz yaşam da bu tabloyu tamamlıyordu. Gazi Paşa’nın kimi zaman otuz saate varan kesintisiz çalışma dönemleri vardı. Bu kadar yoğun tempoda bedenin toparlanması mümkün değildi. Ayrıca alkol kullanımı da dönem dönem artış göstermiş, bu da tansiyon ve kalp ritmi üzerinde ek bir risk oluşturmuştu. Yoğun kahve içiyor, sıklıkla öğün atlıyor, uzun süre aç kalıyordu. Bu alışkanlıklar otonom sinir sistemini etkiliyor; kalp damarlarının kasılmasına neden oluyordu. Ailesinde de kalp hastalığı öyküsü vardı: Annesi, kronik aort iltihabı sonucunda kalp yetmezliğinden vefat etmişti. Kan basıncı değerleri 145/90 mmHg civarındaydı. O dönemin aletleri farklı olsa da bu değerler bugün “yüksek” kabul edilmektedir. Uzun süreli hipertansiyon damar duvarlarını kalınlaştırır, sertleştirir ve kalp sağlığını bozar. Tüm bu tabloya baktığımızda, Gazi Paşa’nın kalbi tıpkı onun gibi yorulmadan çalışan bir makine gibiydi: yüksek tempoda, yüksek basınç altında, büyük bir ideali taşımaya çalışan bir kalp.
Gazi Paşa’nın yaşadığı dönemde kalp hastalıkları bugünkü kadar iyi tanınmıyordu. “Kalp spazmı”, “anjin” veya “yorgunluk” gibi genel ifadelerle tanımlanan rahatsızlıkların arkasında neler olduğunu o yılların tıbbı henüz tam olarak çözebilmiş değildi. Elektrokardiyografi yeni yeni gelişiyordu; kan testleri ve damar görüntüleme yöntemleri henüz klinik pratiğe girmemişti. Tanı büyük ölçüde hekimin gözlemine ve hastanın anlatımına dayanıyordu.
Bilim bu sis perdesini II. Dünya Savaşı’ndan sonra aralamaya başladı. 1948 yılında Amerika Birleşik Devletleri’nde küçük bir kasabada Framingham Heart Study adı verilen devrim niteliğinde bir araştırma başlatıldı. Amaç, toplumda kimlerin neden kalp hastalığına yakalandığını; bu riski öngörmekte hangi etkenlerin rol oynadığını ortaya koymaktı.
Bu çalışma tıp tarihinde bir dönüm noktasıdır. Çünkü ilk kez “risk faktörü” kavramı ortaya konuldu. Sigara, yüksek tansiyon, yüksek kolesterol, obezite, diyabet ve hareketsiz yaşam gibi unsurların kalp kriziyle nasıl bağlantılı olduğu istatistiksel olarak kanıtlandı. O zamana kadar “kader” gibi görülen kalp hastalıkları artık önlenebilir nedenlerle açıklanabiliyordu. Framingham araştırması sayesinde tıp kaderden bilime geçti. Bugün kalp ve damar hastalıkları riski hesaplanırken bu çalışmanın verilerinden yararlanılır. Framingham modeli onlarca ülkeye uyarlandı, farklı toplumlara göre yeniden düzenlendi. Eğer Gazi Paşa o dönemde değil de bu dönemde yaşasaydı, onun sigara, stres, uykusuzluk ve yüksek tansiyon gibi faktörleri modern risk algoritmalarıyla kolayca değerlendirilebilir, erken müdahale edilebilirdi. Gazi Paşa’nın yaşadığı kalp sorunları bir yüzyıl sonra her bireyin kişisel risk profiline göre önlenebilir hale geldi.
Mustafa Kemal Atatürk’ün yaşadığı yıllarda kalp damarlarını görmek imkânsızdı. 1895’te Röntgen’in X-ışınlarını keşfi tıbbın gözlerini açan ilk büyük adımdı. Fakat kalp damarlarının içini gerçekten görebilmek için daha yarım yüzyıl geçmesi gerekecekti. 1941 yılında Portekizli doktor Egas Moniz, beyin damarlarını kontrast maddeyle görüntüleyerek tıpta “anjiyografi” dönemini başlattı. Kalp damarlarını görüntülemek ise ancak 1958’de Sones tarafından gerçekleştirildi: Cleveland Clinic’te yanlışlıkla koroner artere boya verilmiş bir hastada kalp damarlarının ilk kez net biçimde görüntülendiği o saniyeler modern kardiyolojinin doğum anıdır. Kısa süre sonra 1960’larda by-pass ameliyatları başladı. Göğüs veya bacak damarlarından alınan greftlerle tıkanan koroner damarlar açılıyor, kalbe yeniden kan akışı sağlanıyordu. 1980’ler geldiğinde ise cerrahinin yerini yavaş yavaş kateter laboratuvarları almaya başladı. Andreas Grüntzig’in 1977’de yaptığı ilk balon anjiyoplasti, kalp damarlarının içinden geçerek tıkanıklığı açan yeni bir dönemin kapısını araladı. Ardından stentler geliştirildi. Böylece artık damarlar yalnızca açılmıyor, aynı zamanda uzun süre açık kalabiliyordu. Bugün geldiğimiz noktada Gazi Paşa’nın yaşadığı türde bir göğüs ağrısı yaşayan hasta modern bir hastaneye ulaştığında dakikalar içinde EKG, troponin testi, koroner anjiyografi ile tanı alıyor ve gerekirse stent uygulanarak tedavi edilebiliyor.
Modern kardiyoloji üç temel ilkeye dayanır: erken tanı, etkili tedavi ve koruma. Erken tanı, kalbin acil yardım çağrısını duymakla başlar. Göğüste baskı, kola vuran ağrı, nefes darlığı, terleme, mide bulantısı gibi belirtiler asla göz ardı edilmemelidir. Her dakika önemlidir. Tedavi cephesinde artık elimizde çok güçlü araçlar var: stentler, balonlar, bypass ameliyatları, yapay kalpler, hatta damar içi robotik sistemler. Bunun yanı sıra aspirin, statin, ACE inhibitörü, beta bloker gibi ilaçlar milyonlarca insanın hayatını kurtarıyor. Ama en önemlisi korumadır. Çünkü modern tıbbın en güçlü ilacı hâlâ yaşam biçimi değişikliğidir. Dengeli beslenmek, hareket etmek, sigarayı ve alkolü bırakmak, tansiyonu ve şekeri kontrol etmek yalnızca kalp krizini değil pek çok kronik hastalığı da önler.
Halaskâr Gazi Mustafa Kemal Paşa’nın kalp rahatsızlıkları büyük oranda o çağın sonucuydu. Bugün biz aynı hataları gönüllü olarak yapmamalıyız: hareketsizlik, kötü beslenme, sigara, alkol ve stres. Kalp hastalığı artık kader olmamalıdır.
10 Kasım sadece bir anma günü değil; aynı zamanda bir muhasebe günü olmalıdır. Bugün milletine ömrünü adayan bir lideri hatırlarken onun yorgun, fakat asla yılmayan yaralı kalbini de hatırlamamız gerekir. Gazi Paşa’nın yaralı kalbi bir ulusun kaderini omuzlarında taşırken bile sarsılmaz bir iradenin, tükenmeyen bir adanmışlığın sembolüdür. O kalp cephelerin barutunu, yoksulluğun ağırlığını, reformların sancısını ve milletinin geleceği için duyduğu derin sorumluluğu aynı anda taşımayı bildi.
Sağlıklı ve umutlu bir geleceğe yürümek için bilimin ışığını takip etmek, aklın ve sağduyunun rehberliğinden ayrılmamak zorundayız.
Minnet, saygı ve özlemle.
Not: Atatürk’ün kalp sağlığı hakkında daha detaylı bilgi almak isteyenler Arif Hüdai Köken ve arkadaşlarının değerli çalışmalarını okumalıdır: Köken AH, Bolat M, Çelik İE. Atatürk’s (1881–1938) heart disease: A qualitative research. Anatol J Cardiol. 2025;29(8):431-443.)