Şöyle bir tarihe baktım...

Ay olmuş Nisan. Mevsim ise bahar. Ne ara geçti gitti onca ay, dedim içimden hüzünlenerek?

Ne ara?

Sizi bilmem ama bana çok hızlı akıyor günler. Bir bakıyorum Pazartesi, bir bakıyorum gün olmuş Cumartesi. Geçiyor hayat son sürat!

Aslına bakarsanız döngüyü tamamlıyoruz biraz daha eskiyerek. Ömrü...

Bize verilen sayılı nefesleri tüketiyoruz gelecek olan sonu bilmeden. Bilmeden diyorum, çünkü o kısım tamamiyle muamma.

Bunu canımın canı anneciğimi kaybettiğimde çok daha iyi anladım. Sizi bekleyen sonu bilmeden, harala, gürele, kah tüm dünyayı sırtlayarak, kah neşeyle, kah acıyla yürüyüp gidiyoruz nereye varacağımızı bilemediğimiz bu yollardan. Kah anlamsız molalarla, kah amaçsız koşuşturmalarla. Gün bizi nereye kadar götürürse...

Derken...

Bir bakmışız mevsim Yaz, bir bakmışız mevsim Sonbahar.

Durduramıyoruz.

Bize sormadan akıp gidiyor zaman avuçlarınızın arasından.

Deneyimleyerek öğreniyoruz, daha önce hiç farkına varmadıklarımızı. Bazen acı tecrübeler ederek.

Mesela ben, gözümün nuru anneciğimi kaybedince öğrendim bazı önemli sandığım şeylerin aslında ne kadar önemsiz ve değersiz olduğunu.

Bitanecik annem çok temiz, titiz ve tertipli bir kadındı. Her şeyi düzenli, yerli yerinde olsun isterdi. Dolap içleri, mum gibi derler ya... Öyleydi. Yatak örtüsünü ince uzun oklavayla düzeltirdi. Örtünün belki bir yerinde potluk kalır da düzensiz görünür diye kendince böyle bir formül bulmuştu.

Mesela sandalyeler duvara değecek diye ödü patlardı! Olur da duvar çizilir de kötü, pis görünür diye. Hiç hoşlanmazdı dağınıklıktan. Misafir için ayrı tabakları, fincanları, masa örtüleri, servis takımları bulundururdu canımın yarısı. Konsolun en kuytu yerlerinde saklardı onları zarar görmesinler diye. Gözü gibi bakardı eşyasına. Tek bir boya, cila döküntüsü bulamazsınız eşyalarında.

E haliyle görgülü kuşlar, gördüğünü işler hesabı, bende ondan gördüğümü yaptım hep. Misafir için özel yemek takımları, fincan, çay takımları, örtüler hatta kıyafetler bile.

Annemi toprağa uğurladıktan sonra taziyeye gelenlere yemek vermek için konsolu açtığımda pırıl pırıl parlayan kaşıklarını görünce canım çok yandı. Kalbim o kadar acıdı ki o görüntüye. Her şeyi özenle koruyup kayıran, onları tertemiz, yepyeni saklayan annem yoktu! Evet tüm koruduğu eşyalar yerli yerindeydi ama eşyaları koruyan anneciğim bilinmeze gitmişti.

O an karar verdim, özel günler için sakladığım neyim varsa hepsini kullanacaktım.

Öyle de yaptım! İstanbul’a döner dönmez konsolda misafir için sakladığım ne kadar porselenim varsa çıkardım yerinden. Ve her günüm adeta misafir davet sofrası misali kullanmaya başladım tüm değerli parçaları. Kırıldı, takım bozuldu umurum bile değil artık!

Özel günler için aldığım giysi vs. ne var ne yok sıradan giyiyorum.

Canım nasıl isterse...

Sabah kalktığımda evin içinde pullu, payetli kıyafetlerle kahvaltı yapmada hiçbir mahsur görmüyorum artık. Eğer dışarıda işim yoksa düğüne gider gibi evde oturabiliyorum. Taşlı, tuşlu saç aksesuarlarımla evde tostumu yiyip çay içebiliyorum.

Akşam yemeğine şapkayla oturmamda da artık bir sakınca yok.

Hiçbir şeyin, dünyanın en önemli misafirinin bile benden daha kıymetli olmadığını artık biliyorum. Evet, biraz geç ve acı bir deneyimle öğrendim ama öğrendim! Bu tecrübeyi edinmeyip benim gibi davrananlar varsa derhal vazgeçsinler.

Sizden daha önemli, daha değerli ve daha muhteşem hiçbir şey yok bu hayatta. Kadın ya da erkek farketmez! Özel günler için ayırdığınız neyiniz varsa kullanın...

Şartlarınız ne olursa olsun, her gününüzü en önemli misafiriniz kendinizmiş gibi yaşayın anı. Çünkü öylesiniz...

Birinin inip, bir diğerinin bindiği dönme dolap misali dönen bu dünyada hepimiz bir misafiriz.