Eskiden afyona bağımlı olan kişiler Ramazan aylarında sıkıntı çektikleri için afyonu macun hâline getirip sigara kâğıtlarına dört beş kat sardıktan sonra sahurda yutarlarmış. Mideye giden afyonlar, gün içerisinde mide özsuyunun baskısı ile patlarmış.   Aynı zamanda oruç olan bu tiryakiler, gündüz vakti patlayan bu afyonun çözülmesiyle rahatlar, normal hâllerine dönerlermiş (dilimizdeki afyonu daha patlamamış deyimi bunlar için kullanılmıştır). Bazıları abdest alıp namazlarını bile kılar, hatta o

Bu adamların oruçlu olma hâlleri ise dönemin tartışma konusunu oluştururmuş. İslam zahire (görünene) bakar, şeriat zahire göre hüküm verir, zaten şeriat aynı zamanda hukuk demektir. Hukuk ise delil üzerinden gider ve delil üzerinden insanları değerlendirir, diğer meseleler Allah ile kul arasındadır, diyenler bu kişilerin hâllerine karışmaz, onların eylemlerinin kendileri ile Allah arasında olduğunu dile getirirmiş.

Bazıları ise bu kişilerin Allah ile alay ettiğini, bunların tuttuğu orucun, kıldığı namazın şüpheli olduğunu dile getirir, bu kişilere iyi nazarlar bakmazlarmış.

Toplumun baskısı, insanları tek tipe, tek düşünceye benzetme durumu, bireylerin eylemi ile kalbi arasındaki bağlantının kopmasına neden olmaktadır. Bu da insanlarda samimiyetsizliği, itimatsızlığı beraberinde getirmektedir.

Ahlak özü itibarı ile tam bir samimi olma hâlidir. Samimiyet ve ahlak bir kâğıdın ön ve arka yüzü gibidir. Samimi olan kişi aynı zamanda ahlaklı kişidir. Zaten Arapça olan samimi kelimesinin iç, öz, asıl manaları bulunmaktadır. Samimi, öze, içe, ait olan demektir.

Ahlak özgür, serbest ortamlarda tezahür eder. Polis zoru ile baskı altında yapılan ve hatta bir ödül bekleyerek oluşturulan eylemlerde birinci derecede ahlak aramak doğru değildir. Cezaevine girme korkusu ile suç işlemeyen kişilerin ahlaklı olduğunu kimse iddia edemez.

 Şair Nâbî bir beytinde,  Hakîki sanma her seyrettiğin pehrîz-kârânı/ Fesâda derd-mendin neylesün destinde âlet yok/  Gördüğün her haramdan kaçınanı gerçek zannetme, dertlinin haram işlemeye elinde imkânı yok, -imkânsızlıktan yapamıyor dediği gibi, bir kişinin bir eylemi yapmamasının ardındaki mana o kişilerin ahlaki durumları ile alakalıdır.  Kişilerin karakteri yokluk, varlık ve imkânsızlık zamanında belirlenir.

Tasavvuf ehli batına, içe, insanın kalbine yönelik değerleri ön plana çıkarmanın peşindeydi, bu nedenle tekke mensupları, zevahiri ön plana çıkaran ve her şeyi kara kaplı kitaba (şeri hükümlere) bağlayan medrese ehli ile çatışır onlarla bir türlü anlaşamazdı. Şeyhülislâm Yahya Efendi, Mescitte riyâpîşeler etsin koy riyâyı/ Meyhâneye gel kim ne riyâ var ne mürâyi/ (riyakârları bırak gösterişi mescitte yapsınlar, sen meyhaneye  (tekkeye) gel ki orada ne gösteriş ne de ikiyüzlülük var) diye bir beyit yazmıştır.  Tarihçi Naima’nın anlattığına göre Fatih Cami’nde vaaz eden Hurşit adlı bir ulema, her kim bu beyti okursa kâfir olur diyerek hem bu beyti yazan Şeyhülislam Yahya Efendi’yi hem de bu beyti okuyacak kişileri küfre düşmekle itham etmiştir.

Toplumun genel özelliği görüntüyü, yani zahiri öncelediği için herkes zevahiri kurtarma derdine düşmektedir. Zevahirimiz aynı zamanda toplum olarak yangın yerimiz oldu. Kişilerin görüntü üzerinden etiketlenmesi, özün, samimiyetin kaybolmasına neden oldu. Bu da ahlakı aramızdan hızlı bir şekilde uzaklaştırdı.