Her yıl 10 Kasım sabahı saatler 09.05’i gösterdiğinde, Türkiye’nin dört bir yanında hayat bir anda durur. Siren sesleriyle birlikte bir millet, saygı duruşunda sessizleşir. O sessizlikte kimi zaman gözyaşı vardır, kimi zaman gurur, kimi zaman da derin bir özlem.

Ancak bütün bu duyguların ötesinde sormamız gereken bir soru var.

Biz Atatürk’ü sadece anıyor muyuz, yoksa gerçekten anlıyor muyuz?

Atatürk’ü anlamak, sadece onun bir portresine bakmak, sözlerini ezberlemek, anma törenlerinde konuşmalar yapmak değildir.

Onu anlamak; fikirlerini çağın koşullarına göre yeniden yorumlayabilmek, onun akıl ve bilim ışığında yürüttüğü mücadelenin izinden gidebilmektir.

Çünkü Atatürk, bir dönemin değil, tüm zamanların rehberidir.

Atatürk’ü anlamak, öncelikle onun “devrimci aklını” kavramaktan geçer.
O, yenilikten korkmayan, aksine yeniliği zorunluluk olarak gören bir liderdi.
Osmanlı İmparatorluğu’nun enkazı altında kalan bir toplumdan modern, bağımsız, laik bir cumhuriyet kurdu.

Bunu sadece askeri zaferlerle değil, düşünsel devrimlerle yaptı.

“Hayatta en hakiki mürşit ilimdir, fendir.” derken kastettiği sadece bilimsel bilgi değildi; aynı zamanda aklın rehberliğinde sorgulayan, düşünen, üreten bir toplum yaratmaktı.

Bugün Atatürk’ü anlamak istiyorsak, onun bu çağdaş vizyonunu günlük yaşamımıza, eğitim sistemimize, siyasetimize, ekonomimize taşımak zorundayız.

Atatürk’ü anlamak, konfor alanını terk etmektir.
Cesaret ister, çünkü o hiçbir zaman kolay olanı seçmedi.
Yıkılmış bir imparatorluktan bağımsız bir ülke kurmak, imkânsız denileni mümkün kılmak onun karakteriydi.
O cesareti sadece savaş meydanlarında değil, toplumsal dönüşümlerde de gösterdi.

Kadınlara seçme ve seçilme hakkı tanıdı, eğitimi laikleştirdi, sanatı özgürleştirdi.

Bugün Atatürk’ü anlamak, o cesareti kendi hayatımıza taşımaktır.
Korkmadan doğruları söylemek, haksızlığa boyun eğmemek, bilimin ışığında yürümek, eleştirilere rağmen doğru bildiğini savunmaktır.

İşte gerçek Atatürkçülük budur.

Ne yazık ki biz çoğu zaman Atatürk’ü “anma” ile “anlama” arasındaki farkı gözden kaçırıyoruz.
Anmak kolaydır.

Bir gün gelir, çelenk konur, konuşmalar yapılır, sosyal medyada birkaç cümle paylaşılır.
Ama anlamak zordur.

Çünkü anlamak, bir ömür boyu sürecek bir sorumluluktur.

Atatürk’ü anlamak;

Eğitimi nitelikli kılmak,

Gençleri özgür düşünceli yetiştirmek,

Kadın erkek eşitliğini savunmak,

Yolsuzlukla, cehaletle, yobazlıkla mücadele etmek,

Ve en önemlisi, aklı ve vicdanı rehber edinmek demektir.

Eğer biz bugün hâlâ “neden geri kalıyoruz” diye soruyorsak, cevabı uzaklarda aramaya gerek yok.
Atatürk’ün bıraktığı ilke ve değerlerden ne kadar uzaklaştığımıza bakmamız yeterli.

Atatürk sadece bir lider değil, bir milletin hafızasıdır.
O hafıza, mazlumun umudu, bağımsızlığın simgesi, çağdaşlığın öncüsüdür.
Onun mücadelesi, yalnızca bir kurtuluş destanı değil; bir uyanış hikâyesidir.

Bugün dünya değişiyor, dengeler yeniden kuruluyor.
Tam da bu süreçte Atatürk’ün vizyonuna her zamankinden daha çok ihtiyaç var.
Çünkü o, “yurtta sulh, cihanda sulh” diyerek barışın, “muasır medeniyet” diyerek ilerlemenin, “egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” diyerek demokrasinin temellerini attı.

Evet, 87 yıl önce aramızdan ayrıldı.
Ama aslında hiç gitmedi.
Çünkü fikirleri, değerleri, hayalleri hâlâ bu topraklarda yaşamaya devam ediyor.
Bir çocuğun okuldaki ilk gününde duyduğu “Ne mutlu Türküm diyene” sözüyle,
Bir öğretmenin sınıfındaki ışıkla,
Bir bilim insanının laboratuvardaki umuduyla,
Bir çiftçinin toprağa inancıyla…

Atatürk yaşıyor.
Ve biz, onu her 10 Kasım’da sadece anmamalıyız;
Onun yolunu anlamalı, o yolu yürümeye devam etmeliyiz.

Çünkü Atatürk’ü anlamak, sadece geçmişe saygı göstermek değil, geleceğe yön vermektir.
Ve bu, bir milletin en büyük sorumluluğudur.