Askerde olan genç delikanlı telefonla annesini aradı
“Anne dört gün sonra geliyorum” dedi.
Annesi büyük bir mutlulukla
“Sabırsızlıkla bekliyoruz seni oğlum, geleceğin günü iple çekiyoruz” cevabını verdi.
Bu defa genç delikanlı
“Anne yanımda bir arkadaşım daha gelecek benimle. Bizimle kaç gün kalabilir” diye sordu.
“Ne bileyim oğlum, bir hafta, 10 gün bir ay kalır”
“Ama anne mayına bastığı için kolları ve ayakları yok”
Annesi bu defa
“Boşver oğlum kolları ve bacakları olmayan birini nasıl misafir ederiz. Yük olur bize, gelmesin”
Ve genç delikanlı telefonu kapatır.
Delikanlı bir süre sonra intihar ederek yaşamına son vermiş.
Ve cebinde şu not çıktı,
“Anne hayatım boyunca size yük olmak istemedim, beni affedin”
Evet, terör örgütüyle 40 yıl verilen mücadelenin ardında ne acılar ne hikâyeler kaldı.
Bu hikâye de onlardan biri işte
Bu kısa ama etkileyici hikâye, insan ilişkilerinde empati, koşulsuz sevgi ve kabullenmenin ne kadar hayati olduğunu gözler önüne seriyor.
Dışarıdan bakıldığında bir annenin sıradan bir telefon görüşmesi gibi görünse de, bu diyalog aslında milyonlarca insanın iç dünyasındaki yalnızlığı, korkuları ve reddedilme kaygılarını yansıtıyor.
Bu hikâye, özellikle fiziksel ya da psikolojik engeli olan bireylerin toplumda nasıl dışlandığını, "yük" olarak görüldüğünü ve bu algının ne denli yıkıcı sonuçlara yol açabileceğini çarpıcı bir şekilde anlatıyor.
Delikanlı, sadece bir arkadaşını değil, aslında kendi acısını, kendi eksiklik korkusunu, görünmez yaralarını da annesine anlatmaya çalıştı.
“Yanımda bir arkadaş gelecek” diyerek, aslında kendi benliğini, kendi ruhsal durumunu sembolize etti.
O "arkadaş" sadece fiziksel engellerle değil, aynı zamanda toplumsal önyargılarla, sevgisizlikle, reddedilmeyle boğuşan bir ruh halini temsil ediyordu.
Ancak karşılaştığı yanıt, bir annenin dahi sınanabileceği noktada insan sevgisinin, empati duygusunun ne kadar kırılgan olabileceğini gösterdi.
Annenin niyeti belki kötü değildi; belki pratik düşündü, belki zorluklardan kaçınmak istedi. Ancak bir insanı, hele ki kendi evladını ya da onun uzantısı olan birini, sırf fiziksel yetersizliklerinden dolayı dışlamak, insanlık adına büyük bir yara bırakır.
Sevgi; yalnızca sağlıklıyken, güçlü ve başarılıyken değil, çaresizken, eksikken, düşmüşken de devam etmelidir.
Gerçek sevgi, sadece "iyi gün" dostluğu değildir; her haliyle kabullenebilmeyi, yük görmemeyi ve hatta o yükü onurla taşımayı gerektirir.
Hikâyenin sonundaki son cümle aslında hepimize bir ayna tutuyor.
"Anne hayatım boyunca size yük olmak istemedim."
Bu cümle, sadece bir annenin değil, bir toplumun, bir milletin, hatta insanlığın vicdanında derin yankılar bırakmalı.
Çünkü bizler, çoğu zaman sözde sevgilerle, kalıplaşmış normlarla, "engelli" tanımıyla insanları etiketleyip yalnızlaştırıyoruz.
Asıl engel, kolların, bacakların olmaması değil; sevgisizliğin, anlayışsızlığın ve empati eksikliğinin yüreğimizde kök salmış olmasıdır.
Bu hikâyeden çıkarılacak en büyük ders, insanları dış görünüşleriyle, eksiklikleriyle, "farklılıklarıyla" değerlendirmemek gerektiğidir.
Sevmek, paylaşmak ve kabullenmek; bazen bir hayat kurtarır. Bazen sadece bir cümleyle, sadece bir kucaklamayla bile bir insanın yaşama tutunması sağlanabilir.
Unutmayalım ki, birine "Yük olma" korkusunu yaşatmak, aslında onu yavaş yavaş hayattan koparmaktır.
Ve bazen geç kalınmış bir sevgi, telafisi mümkün olmayan kayıplara neden olabiliyor.
Öyleyse, sevgiye zamanında sarılmalı, koşulsuz ve yargısız bir şekilde insanları kucaklamalıyız.
Çünkü kimsenin "yük" olmaya tahammül edecek kadar güçlü bir kalbi olmayabilir.