İkinci Dünya Savaşı sonrasında Türkiye, büyük bir politik buhranla karşı karşıya kalmıştır. Zira savaş yılları boyunca başta Sovyetler Birliği olmak üzere müttefik güçlerin yoğun ısrarlarına rağmen Türkiye savaşa katılmamıştır. 

Savaş yıllarında mantıklı olan bu tercih, savaş sonunda oluşan konjonktürde aleyhimize olmuş, savaşın galibi Sovyetler Birliği, Türkiye’yi cezalandırmayı kafasına koymuştur. Stalin 1925’de imzalanan Türk-Sovyet Dostluk Antlaşmasını feshetmiş, Kars ve Ardahan’ı geri isteyerek, Türk boğazlarının kontrolünün kendilerine verilmesini talep etmiştir.

 “Gerekirse Türkleri kulaklarından tutup savaşa sokmalıyız” diyen Stalin, savaş sırasında bunu başaramayınca savaş bitiminde Türkiye’nin toprak bütünlüğüne göz dikmiştir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası Sovyet tehdidi altında kalan Türkiye, dış politikada ise yalnız durumdaydı. 1946 sonrası gelişen Türk-ABD ilişkileri ve Kore Savaşı’nda verilen destek neticesinde Türkiye, 1952 yılında NATO’ya üye olmuş, Sovyet tehdidine karşı kendini kolektif bir güvenlik çemberinin içine almıştır. NATO’ya üyeliğin gereklerinden biri de başta ABD olmak üzere diğer birlik üyeleri ile ortak güvenlik tatbikatları yaparak Sovyetlere gözdağı vermekti.

Soğuk Savaş yıllarının rutin tatbikatlarından biri 1953 yılında Ege Denizinde yapılmıştır. Türk ve Amerikan savaş gemilerinin katıldığı bu organizasyona iştirak eden deniz araçlarından biri de Dumlupınar Denizaltısıdır. Amerika’da üretilen ve 1949’da TSK envanterine katılan denizaltı, içinde 86 mürettebatıyla birlikte tatbikat sonrasında geri dönmek üzere yola çıkmıştır.

Fakat ne olduysa işte bu dönüş yolcuğu sırasında olmuş, İsveç bandıralı yük gemisi Naboland 4 Nisan 1953 gecesi saat 02.15’te Dumlupınar Denizaltısına çarpmış ve denizaltı kaporta kısmından su alarak kısa sürede batmaya başlamıştır.

Denizde ters akıntının olması arama kurtarma çalışmalarını aksatmış, kurtarma çanının yanlış kurulması nedeniyle bir türlü denizaltının içindeki mürettebata ulaşılamamıştır.

Kurtarma çalışmaları sırasında merkezle irtibata geçen denizcilere gelen ilk emir “Gerekmedikçe konuşmayın, türkü söylemeyin ve sigara içmeyin” yönündeydi. Fakat o günün teknolojik imkânları ile denizin dibindeki askerleri çıkarmanın mümkün olmadığı geç de olsa anlaşılınca bu sefer askerlere yeni bir emir verilmiştir. Bu emirde “Rahatça konuşabilirsiniz, türkü söyleyebilir, sigara içebilirsiniz” deniyordu.

Bu anonsun ardından şehit olacaklarını anlayan askerler sigara yakıp hep bir ağızdan türkü okumaya başlamıştır. “Ah Bir Ataş Ver” türküsünün buradan geldiği iddia edilmektedir.

Dumlupınar Denizaltında son ana kadar kurtarılmayı bekleyen denizcilerimizden 81’i oksijensizlikten hayatını kaybetmiştir. Tüm müdahalelere rağmen kurtarılamayan şehit denizcilerimiz için birkaç gün sonra günü hazin bir tören düzenlenmiştir.

4 Nisan 1953 günü meydana gelen bu acı olay sonrasında alınan bir kararla bu tarih, bundan sonra “Deniz Şehitlerini Anma Günü” olarak ilan edilmiştir.

Denizcilik tarihine “Dumlupınar Denizaltı Faciası” olarak geçen bu acı olay maalesef çabuk unutulmuştur. Zira üç kez sinema filmi olarak projelendirilmesine rağmen Dumlupınar Faciası, bugüne kadar beyazperdeye dahi aktarılamamıştır.

Oysa millet olmanın gereklerinden biri de, aynı şeye inanmak, aynı şeylere sevinmek, aynı şeylere üzülmek, acı ve sevinçte bir ve beraber olmaktır. Dumlupınar Faciası, milletimizin kenetlenmesini, ortak bir duygu etrafında birleşmesini sağlayabilecek hazin ama bir o kadar da önemli olaylardan biri olarak tarihte yerini almıştır.