“Maalesef, sığınak yok. Metro sistemini aşırı kriz durumunda kullanabiliriz ancak bunun için sistemi tamamen kapatmamız gerekir.” Birkaç gün önce Tahran Belediye Başkanı Mehdi Çamran'ın sözleri böyleydi. Belli ki Orta Doğu'da sular durulmayacak. Belli ki milyonlarca insanın kanla gözyaşıyla imtihanı devam edecek.

1988’de yayımlanan Sığınak Yönetmeliğinden bahsedecektim aslında…

Maddelerden, fıkralardan…

Tapuya tescillerinden, değişikliklerden…

Sonra!

Bir şekilde onca apartman, işletme, kamu kurumu düştü aklıma…

Allah korusun!

Sirenler çalsa…

Sığınak!

Sığınak diyorum, sığınak!”

Nerede toplanacak milyonlarca insan?

Saatlerce günlerce nasıl yaşayacak?

Hani Sivil Savunma!

Kamu ve özel sektör niçin el atmaz bu sığınak işine?

Sığınakların yapılmamasından, donatılmamasından sorumlu kim?

Nerede kaldı tatbikatlar?

Bakanlar, Valiler, Kaymakamlar ve Belediye Başkanları zaman zaman “bu sığınaklara sığınılabilir mi” diye ziyaret mi etseler?

Suriye’yi gördük, İran’ı, Irak’ı…

Orta Doğu’da yaşıyoruz ve en hayati konuyu pas geçiyoruz.

Sürekli erteliyoruz erteliyoruz erteliyoruz.

Bu ayıp bize yeter!

***

Sınıfta kalmak, ölmekten daha iyidir.

Her kentin bir “Sığınak Karnesi” olsun ve bu görev Kent Konseylerine verilsin.

Yönetmeliğine baktım, o kadar fazla sorumluluk yüklenmiş ki…

Kent yaşamında, kent vizyonunun ve hemşehrilik bilincinin geliştirilmesi, kentin hak ve hukukunun korunması, sürdürülebilir kalkınma, çevreye duyarlılık, sosyal yardımlaşma ve dayanışma, saydamlık, hesap sorma ve hesap verme, katılım, yönetişim ve yerinden yönetim ilkelerini hayata geçirmeye çalışan kent konseylerinin çalışma usul ve esaslarını düzenlemektir.”

Bu konseylerin önümüzdeki beş yıllık görevi yalnızca sığınaklar olsa...

Mahalle mahalle araştırılsa, raporlar hazırlansa…

Her yıl sonunda notlar açıklansa…

Yeni görev, onca görevden hiçbirini yapamamaktan daha iyidir diye düşünüyorum.

***

Komşuda pişer, bize de düşer” demiş atalarımız.

Fakat her daim güzel şeyler düşmüyor payımıza…

Bir ateş çemberinin tam da ortasındayız ve doğal olarak endişeliyiz.
Kaç gündür İsrail-İran savaşını naklen izlerken hemen hepimiz savaş muhabiri olup çıktık.
Yine elimizde uzunca çubuklar...
Ders anlatırcasına esip gürlüyoruz.
Tabii ki bu arada silah sanayi alanındaki son yenilikler de gündeme geliyor.

Neyimiz var, neyimiz yok?
Yapılanlar, yapılmakta olanlar, yapılacak olanlar...
İran'ın hava sahası boydan boya geçilirken bizler de çıplak gerçekle yüz yüze geldik.
Komşumuz İran, ABD'nin verdiği silahların da etkisiyle Gazzeleştirilmek isteniliyor.
İran, teslim olması beklenen Gazze'den çok farklı oysa...
***
İncil ve Tevrat’ta çokça bahsedilen bir coğrafyada yaşıyoruz.

Kilise ve havraların yanı sıra okullarda da bir şekilde bizden bahsediyorlar.

‘Batı’nın gizli sözlüğünde başköşedeyiz yani.

Zaman zaman bizi övmelerindeki ironiyle karışık tuzağı görebilmeliyiz.

Size söylüyorum klavye kahramanları!

Ya da ekrangiller!

Yapacaklarımızı yapmadan cephe açtığımızda ne olur bilir misiniz?

İntikam hırsı depreşir tüm düşmanların...
Lafla peynir gemisi yürümez; blöf yapmayın, boyunuzdan büyük laflar etmeyin.

***

Savaş, Suriye'den daha uzakta seyrediyormuş gibi görünse de gerçek hiç de öyle değil.

İçimizdeki çığırtkanlar da bir an önce bizi cepheye sürmenin derdinde...

Sanırsınız ki karar vericilerin de karar vericileri…
Sen hiç savaştın mı” diye sorarlar insana.
Ya da “sen hiç öldün mü”?
F35'in yok, B-2 bombardıman uçağın yok.

Tanker uçağın yok.

KAAN, çok büyük bir başarı fakat henüz yolun başında…

İHA ve SİHA’larla nereye kadar?

En uzun menzilli füzemiz!

Süpersonik ve hipersonik!

Nükleer başlıklı olanından!

Bir de böyle bakalım hayata…

Ey klavye kahramanları, ey ekrangiller!

Biliyorsunuz, delik demir icat oldu mertlik bozuldu.

Tamam, “Türk Milleti Ordu Millettir”.

Düğüne gider gibi gider cepheye…

Ne olur, biraz kendimize gelelim; envanterimizi zenginleştirelim.

Caydırıcı güç olalım, ülkemizi ateşe atmayalım.

Bin yıllık yurdu yolda bulmadık, fabrika ayarlarıyla zırt pırt oynamayalım.

Her kim “alalım düşmandan eski yerleri” diyerekten bizi açık açık cepheye sürmek istiyorsa…

Konuşurken mangalda kül bırakmıyorsa…

Şöyle bir durup düşünelim: “Dost mu, düşman mı?

Orta Doğu’yu tarihi gerçekleriyle anlayalım.

Sığınağın yok, sığınağın.”

Yani demem o ki “edep yahu”…