İki ayrı asırlık zaman diliminde süren ömrümle evreni gözlüyorum. Her şey birden nasıl değişti! Sadece yarım asırda insanlık ve doğa tamamen tahrip edildi; nerdeyse yok olacak. Dünya çok kalabalıklaştı. İnsanlar kırsaldan şehirlere doldu.

Bu şehirlerde neredeyse yürünemez olundu. Bu insanlar dünyada ne varsa hepsini sömürdü. Yeraltı, yeryüzü, uzayı, esen rüzgarı, yağan yağmuru bile sömürdük. Sanki her şeyin ,insanlar için olduğunu sandık. Doğanın, diğer canlıların insanlar yararına olduğunu düşündük. Kutsal dini kitaplarımız bile doğanın insanların hizmetinde söylemini canavarca kullandık. Yılan derisinden ayakkabı yaptık. Kuzu, tavşan, porsuk postunu sırtımıza geçirdik. Ağaçları katlettik. Meyve ağaçlarının genleri ile oynadık. Canlıları öldürdük ve canavarca yedik. Dere, göl, deniz, okyanusta özgürce yaşayan tüm canlıları hunharca katlettik. Doğayı yaktık, yıktık. Doğa ve toprağını, kumları aldık, çimento yaptık ve yeryüzüne yığdık. Dünyanın bu yükü kaldıramayacağını hiç düşünmedik. Yerküremizi koruyan ve nefesle yaşam sağladığımız atmosferi bile perişan ettik. Doğa yoksa yaşamın da olmayacağını anlayamadık.

Her şeyimiz olsun istedik. Çanta, ayakkabı, telefon, ev, araba, yazlık var ama daha fazlası olsun istedik. Çok korkulan, çok dinlenen despot ve narsist karakterli olmayı yeğledik. Güce biyat etmeyi adet edindik. Çok bildik, çok konuştuk ve herbokolog olduk. Dahi olanı deli, deli olanı dahi yaptık. Bize kimse cevap vermesin, eleştirmesin istedik. Çok dinlenen ve çok korkulan kişi olmayı yeğledik. Sevgi, saygı hep bize olsun, diğerleri kenarda kalsın istedik. Böyle insanları yönetici seçtik. Ağaçlara bile tepeden bakar olduk. Şehirlerde çöp tepeleri oluşturduk.

Kablolar her yeri sardı. Magnetik alanlarda beyinlerimiz arızalandı. Küreselleşme adı ile küresel soygun ekonomisini başlattık. Merkeze parayı koyduk; hümanizmi dışarıda bıraktık. Hümanizm yoksa insanlığın ve doğanın da olamayacağını anlayamadık. Doğanın ekolojik dengesini bozduğumuz için en küçük canlı olan virüslerin yapacağı salgın hastalıklarla insanlığın yok olacağı gerçeğini düşünemedik.

Bunca eleştiriden sonra öyleyse beğenmiyorsan bu dünyadan çık git deseler bunu yapabilir miyiz? Telefon, araba , lüks yaşamı bırakabilir miyiz? Dejenere olmuş bu toplumda hiç kimse bunu yapmak istemez. Ama tarihte bunu yapan vardı:

Sinop’lu Romen Diyojen ve

Ünye’li Ecünlü İsmailağa.

Bu kişiler yukarıda yazılanlarla savaşan ve bu yüzden dejenere toplum felsefesinde yaşamayı terk etmiş kimselerdir.

Hümanizmin çöktüğü, ekolojik dengesinin bozulduğu dünya yaşamını terk eden Sinop’lu Romen Diyojen aslında varlıklı kuyumcu olan bir babanın oğluydu. Babası aynı zamanda Sinop’taki devlet bankasından sorumlu bir bankerdi. Ancak baba sahte para basıp kalpazanlığa soyununca baba oğul Anadolu topraklarından sürgün edilmişlerdi. Yolculuk Atina. Varlıktan yoksulluğa düşüyorlar. Yiyecek ekmekleri bile yok. Bu bir kader miydi? Bu yokluk hayatı Diyojen’i gerçek kişiliğine yönlendirdi. Nihayet fareler bile kıyıda köşede yiyecek lokma bulurken, Diyojen Atina’lıların mutfaklarına hiç sokmadıkları ve tiksindikleri adam haline geldi. Fakirlik onu felsefeye itti. Hiçbir şeyi olmayan insan nefsini köreltmeyi öğrenir. Koşturan, karanlıklardan korkmayan, hiçbir şeyle ilgilenmeyen bir fare . İşte bütün zorluklardan nasıl çıkılabileceğini gösteren bir fare yolu. Diyojen, bu fare yolunun olduğu felsefeyi seçti. Artık ölmeden önce ruhu bedeninden ayrılmış gibiydi. Beynindeki acı hissi kapanmıştır.

Diyojen’den birkaç asır sonra 1950 li yıllarda yaşamış olan ve benim de tanıdığım Ünye’li Ecünlü İsmailağa kendi kendine mırıldanır dururdu;. Sanki Diyojen felsefesini ve kendi yaşamını tarif eder gibi. Diyojen’n tüm özelliklerine sahip ve sanki Diyojen’in yeniden doğmuş hali gibiydi Ünye’li Ecünlü İsmailağa.