Bazı sözler vardır; insanın ensesine bir tokat gibi iner, kalbinin en kırılgan yerine bir hançer gibi saplanır.
“Mesele yaşarken omuz vermekti. Ölüyü taşımak zaten sünnetti.”
Bu cümle de işte öyle bir cümle…
Bizim toplumun en büyük çelişkisi burada saklıdır.
Yaşarken görmediğimizin, yanında durmadığımızın, yükünü paylaşmadığımızın tabutu geldiğinde en önde yürümeyi görev bilmemizdir.
Kabrine çiçek bırakırız da, hayattayken sıcak bir söz söylemeyi, bir adım atmayı hatta bir çay ısmarlamayı bile çok görürüz.
Cenazede “iyi insandı, güzel kalpliydi, merhametliydi, derin severdi adam gibi adamdı” deriz de, yaşarken bir kere bile “Nasılsın, iyi misin demeyi, inat uğruna hatırını sormayı?” akıl etmeyiz.
Oysa mesele ölüyü uğurlamak değil; diriyi yaşatmaktır asl olan.
Çünkü ölüyü en zayıf omuz bile taşır, ama diriyi ancak vicdanı uyanık olanlar taşıyabilir.
Yaşarken el uzatmak zor gelir insana.
Çünkü orada yüzleşme vardır.
Orada hesap vardır.
Orada emek vardır
Bir cenazede omuz vermek kolaydır.
Kısa sürer.
Sessizdir.
Kimse seni sınamaz.
Kimse senden fedakârlık beklemez.
Vicdanın, o kısa anlık dokunuşla kendini aklamaya çalışır.
Ama yaşarken omuz vermek bambaşkadır.
Düşeni kaldırmak sabır ister.
Susana kulak kesilmek yürek ister.
Yalnızlığı fark etmek dikkat ister.
Birinin yükünü taşımak, kendi yükünden biraz vazgeçmeyi gerektirir.
Bizse çoğu zaman kolay olanı seçeriz.
Zor olanı, yani yaşarken değer vermeyi, gurur yaparız ve hep erteleriz.
Hayattayken bir insanın duyduğu “Yanındayım” sözünün,
Ölümünden sonra edilen binlerce ağıttan daha kıymetli olduğunu fark edemeyiz.
Çiçeği dalındayken sulamak varken,
Solduktan sonra mezara bırakmanın ne anlamı var.
Sonra da “kalbimizde yaşıyor” diyerek kendimizi avutmaya çalışırız.
Kim bilir kaç kalbi böyle kaybettik…
Kaç dostu,
Kaç kardeşi,
Kaç sevdiğimizi,
Bizim “yoğunluklarımızın”, “unuttum”larımızın, “sonra bakarım”larımızın arkasında yalnızlığa terk ettik?
Kaç kişi, suskunluğumuzun ağırlığı altında ezildi?
Kaçı, bizim fark edemediğimiz bir kırılmanın içinde kendi kendine döküldü?
Kaçı sessizce çekip gitti, biz hâlâ yokluğunun hesabını tutuyoruz?
Belki de ölülere gösterdiğimiz ihtimamı,
Bir gün önce telefonda sesini beğenmediğimiz insana göstersek, hayat başka türlü akacaktı.
Toplum olarak vefayı ölümle eşit tutuyoruz.
Oysa ölümden sonra gösterilen özen, ancak bir merasimdir.
Bir ritüel…
Bir gelenek…
Ama yaşarken verilen değer, asıl insanlık sınavıdır.
İyi insanlar mezarlarda değil, gönüllerde yaşarlar diyoruz ya,
işte gönülde yaşatmak için ölenin ardından gözyaşı dökmek yetmez.
Hayattayken emek ister, dikkat ister, yürek ister.
Bugün birinin yükünü hafifletebiliyorsan erteleme.
Birinin omzuna dokunabiliyorsan dokun.
Bir “nasılsın” demek için cenazesini bekleme.
Çünkü insan ömrü,
Keşkelerin taşıdığı bir matem yürüyüşüne dönüşmeye çok müsaittir.
Bir gün geldiğinde geriye dönüp baktığında,
“Keşke bir kere daha arasaydım…”
“Keşke o gün gitseydim…”
“Keşke kırıldığını fark etseydim…” dememek için
Bugün, o gün
Birinin hayatına omuz ver.
Ve unutma;
Ölüyü herkes taşır.
Ama diriyi sadece vicdanı olan insanlar taşır.