O sabah haberlerde kısa bir görüntü geçti.
Samsun’da bir marketten kahvaltılık çalan 49 yaşında bir adamın elleri bağlanmış, kelepçeli hâliyle polis aracına bindiriliyor; adliyeye, hastaneye, savcılığa götürülüyor.
Görüntü kısa, ama etkisi çok uzun.
Ama 16 yaşında bir çocuğu ezerek öldüren eski Kızılay Genel Başkanı Kerem Kınık’ın kızı Zehra Kınık’ın ellerine kelepçe vuranı gördünüz mü?
Ben görmedim
Ehliyetsiz kullandığı araçla bir kişinin ölümüne neden olan yazar Eylem Tok’un oğlunu kelepçeli gören olmadı.
Evet ekranı kapattığımda yüzümde bir tuhaf boşluk, yüreğimde ağır bir sızı kaldı.
Utandım.
Bir vatandaş olarak, bu ülkenin insanı olmaktan utandım.
Vay be dedim,
Adalet kime, neye göre uygulanıyor.
Evet, utanç, basit bir kelime değildir.
Utanç, bir toplumun kendi vicdanıyla hesaplaşmasının ilk işaretidir.
Ve ben o görüntüde, bir adama değil; sisteme, önceliklere, adalet tanımına utandım.
Çünkü mesele yalnızca bir insanın marketten çaldığı bir paket kahvaltılık değil; mesele kimin nasıl cezalandırıldığı, kimin korunduğu ve kimin hesap verdiğinin açık haritasıdır.
Çalışan, terleyen, çocuklarına ekmek götürmeye çalışan insanlarla; ayrıcalıklı olan, hataları kamuoyuna yansıdığında hafifleyen veya gözardı edilenler arasındaki tezat bu ülkenin en acımasız aynasıdır.
Bir yanda açlığın ittiği bir elin yaptığı hırsızlık; diğer yanda ayrıcalıkla yoğrulmuş hataların ve ihmallerin çoğu zaman hafifletilmesi.
Bu iki tabloyu yan yana getirdiğinizde adaletin terazisi bir karikatüre dönüşüyor.
Adaleti sadece cezalandırma aracı olarak görmek, onu toplumsal sorunun çözümünden; eğitimin, sağlık hizmetlerinin, sosyal güvenlik ağlarının güçlendirilmesinden koparmaktır.
Eğer insanlar ekmek bulamıyor, işsizlik, kayıt dışı çalışma, sağlık masrafları ve yetersiz sosyal destek yüzünden günlük ihtiyaçlarını karşılayamıyorsa; o toplumda suç, bireysel bir ahlâk sorunu olmaktan çıkar, sistemik bir çağrışım halini alır.
Kahvaltılık çalmak, birçok durumda bir vahiy değil, bir çığlıktır.
Adaletin adil olması, eşit uygulanmasıyla ölçülür.
Eşitlik sözünde biten bir erdem değil; uygulamada sınanan bir ilkedir.
Sokakta ekmek çalanın ellerine kelepçe takılırken, ayrıcalıklı olduğu söylenen birkaç kişinin hataları göz ardı ediliyorsa burada bir sapma vardır.
Toplumsal barış, adaletin herkese aynı mesafede durmasıyla sağlanır.
Aksi hâlde artık adaletin sesi değil, gücün sesi hakim olur.
Bu ülkede adaleti gerçek kılmak istiyorsak önce sorunun köküne bakmalıyız.
Eğitimde fırsat eşitsizliği, istihdamda adaletsiz düzenlemeler, sağlığa erişimde zorluklar, yoksulluk tuzakları…
Bunların her biri, bireyi hayatta kalma refleksine iter.
Bir paket kahvaltılık için kelepçe takılan insanın hikâyesini dinlemeden yalnızca cezayı izlemek, yangına su yerine benzin dökmektir.
Bir başka nokta da kamu vicdanıdır.
Bizler, şiddet ve suç karşıtıyız; fakat aynı zamanda merhamet sahibi bir toplum olmak istiyoruz.
Merhamet, zayıfı koruyan, güçsüzün yanında duran bir erdemdir.
Eğer merhametimiz, yalnızca medyada semiotik olarak var oluyorsa manşetlerde gösterilen, birkaç satırlık yorumlarda tüketilen gerçek dünyada bir karşılığı yoksa toplum olarak kendimizi kandırmış oluruz.
Adalet ve merhamet yan yana yürürse adil bir düzen oluşur; yalnızca ceza mekanizmalarını öne çıkarmak ise toplumu kamçılar.
Elbette kanun devreye girecek; suç ve ceza devletin işi.
Ancak kanun, insan onurunu zedeleyecek biçimde uygulanmamalıdır.
Kelepçe tutukluluğun sembolü olabilir ama bir toplumun onuruyla oynamamalıdır.
İnsanları “suçlu” ilan etmeden önce neden suça ittiğimizi sorgulamak devletin ve toplumun görevidir.
Suçun sebeplerini giderici politikalar üretmeden, yalnızca tüketime dayalı cezalandırma sistemleriyle toplumsal huzura ulaşamayız.
Ve daha önemlisi; adalet konuşulurken eşitlik talep etmek yeterli değildir.
İcraat gereklidir.
Sosyal yardımların etkinleşmesi, yerel dayanışma ağlarının güçlendirilmesi, istihdam yaratıcı projelerin hayata geçirilmesi, eğitime erişimin iyileştirilmesi ve cezanın rehabilitasyonla birleşmesi…
Bunlar söz değil, eylemle yapılacak işlerdir.
Bu vakada bize düşen, görüntüye öfkeyle değil; akılla, vicdanla, çözüm arayışlarıyla yaklaşmaktır.
Utanmak iyidir; çünkü utanmak değişim isteğinin başlangıcıdır.
Fakat utanmak tek başına yeterli değildir.
Vicdanımızı harekete geçirip, adaleti herkese eşit dağıtan bir düzen için sesimizi yükseltmeliyiz.
Son sözüm şu olsun
Bir insan iki dilim çalmak zorunda kalıyorsa, toplum olarak başarısızız demektir.
Eğer birinin hatası için kelepçe yeterliyse; diğerlerinin ayrıcalıkları için de eşdeğer bir hesap sorulmalıdır.
Adalet, güçlülerin değil hakikatin yanında durmalıdır.
Bu ülkenin insanları olarak onur duyacağımız bir adalet istiyoruz herkese, her durumda, aynı ölçüyle.