On sekizinci yüzyıldan sonra özellikle askeri alanda meydana gelen peş peşe yenilgiler, toplumumuzun zihninde ciddi biçimde soru işaretleri oluşturmuş ve aydınlar tarafından hem askerî sistemimiz, hem de eğitim

sistemimiz sorgulanmaya başlamış, dinî hayatımız Batı ile mukayese edilir olmuştur. Mağlubun şiarı, galibi taklittir anlayışı gereğince maruz kaldığımız şok yenilgiler, beraberinde aydın kesimi taklidin pençesine düşürmüştür.

1543 yılında Fransa Kralı I. François, Kanuni Sultan Süleyman’a bir orkestra göndermiş, bu orkestra, sarayda üç konser vermiştir. O dönem Osmanlı’nın en ihtişamlı dönemi; Kanuni Sultan Süleyman ise dünyanın en güçlü padişahıdır. Kanuni,  Osmanlı ordusunun harp şevkini bozacak diye,  Fransa Kralı I. François göndermiş olduğu orkestranın bütün çalgılarını yaktırmış, bütün müzisyenlerini ise geri göndermiştir.

1826 yılında II. Mahmut Yeniçeri Ocağını kaldırmış, yerine Asâkir-i Mansûre-i Muhuammediye  (Muhammet’in Muzaffer Askerleri )adı altında yeni bir ordu kurmuştu. II. Mahmut Yeniçeri ocağını kaldırmakla kalmamış, onun müziğini oluşturan Mehteran takımını da kaldırmış ve onun yerine Batı tarzı musikiyi icra eden Mızıka-ı Hümayunu ihdas etmiş, “ (Hz.) Muhammet’in Muzaffer Askerleri” adı altında kurulan bu yeni orduyu coşturmak için yaklaşık 283 yıl önce Kanuni zamanında çalgıları yakılan, müzisyenleri kovulan Batı müziğinden medet ummuştur. Güçlü iken kovduğumuz mikroplar, zayıfladığımız anda aniden karşımıza çıkmıştır.

On dokuzuncu yüzyılda insanların körü körüne Batılılaşma arzusuna karşı çıkan Yahya Kemal, bir milletin ne garip talihidir ki üç dört beş asır evvel medeniyeti pek mükemmel iken Hıristiyan reaya sınıfı, Türkler gibi giyinmeye, Türkler gibi yaşamaya, hatta Türkçe ibadet etmeye, hasılı her noktada onlara benzemeye özenirdi de o zamanın uleması ferman ve fetva kuvvetiyle onları, en şedit cezalarla bu arzularından men ederdi. O zaman zorla men ettiğimiz bu temsile, temsil kuvvetini tamamıyla kaybettiğimiz bu son asırda fesli ulemamız heves ettiler,  diyerek bu duruma isyan etmiştir.

Batı hayranlığı öyle bir hâl almıştı ki insanların Batı’dan gelen her şeyi hoş görmeleri, onda hikmet aramaları zirve yapmıştı. Bir grup genç, Abdulhamit’ten yüz bulmayarak İngiltere’ye giden ve II Meşrutiyet’ten hemen sonra İstanbul’a dönen İngiliz elçisi Malet’i Sirkeci İstasyonu’nda coşkun bir tezahüratla karşılamış, hatta elçinin arabasının atlarını çözerek kendilerini at yerine arabaya koşmuş, İngiliz elçisini taşımışlardır. Kemah Tahir’in “Esir Şehrin İnsanları” adlı eserinde İstanbul’da İngiliz Muhipleri Cemiyetine elli bin kişinin üye olduğunu ifadesindeki trajediyi bu olaylarda görebilmekteyiz.

Fransız yazar Pierre Lotti bile Türklerin kendi kültürünü bırakıp Batı’yı koşulsuz bir şekilde taklit etmesini hayretle karşılamıştır. 1910 yılının son baharında Sultan V. Mehmet’in huzuruna çıkan Lotti, V. Mehmet’in Muhteşem Süleyman’ın torunu olduğuna inanmakta güçlük çektiğini, başındaki fes olmasa, gri takım elbise içindeki Sultan’ın Fransız burjuvalarından farksız olduğunu söyleyerek, bizi taklit ederek bütün kıymetinizi ve hususiyetlerinizi yitirecek ve sıradanlaşacaksınız diye uyarısını yapmıştır.

Türkler Batılılara özenmeye çalışırken Batılılar bizim insanımıza tepeden bakmaya devam etmiştir. Bu durum için Mehmet Akif Ersoy “Umumi Harp’te Mısırlı Fuat ve Tunuslu Şeyh Salih’le birlikte Berlin’e gittiğimiz zaman Alman hükümeti “Türklerle ittifak ettik diye Rayiştakda Katolik mebuslar bize bağırıyor, Müslümanlar ve Türkler gibi vahşilerle medeni Alman milleti nasıl birleşir, diye kızıyorlar. Makaleler yazınız da Türklerin ve Müslümanların da insan olduklarını bu adamlara karşı ispat edelim, dediklerini anlatmaktadır.

Fakat aynı dönemlerde Ali Kemal,  ünlü bir Fransız’ın  “Âlemde her ferdin iki vatanı vardır, birisi vatanı aslisi, diğeri Fransa’dır” dediğini, başka milletleri bilmeyeceklerini, lakin Türkler için bu sözün ezeli bir hakikat olduğunu, Fransa’nın Türklerin ikinci ana vatanı olduğunu iddia etmiş, bunu dile getirirken de o zamanki insanları tavırlarını göz önünde bulundurmuştur.

Kompleksli bir zihnin kendi varlığını sürdürmesi mümkün değildir. Duruşu olmayanın yürüyüşü de olmaz, onlar yuvarlanır giderler. İnsanımızın geçmişten ders alması, kendi millî kültürünün, benliğinin üzerinde durması, genç nesillerine de bunu öğretmesi gerekmektedir.