Karınca yuvası misali yolcuların sürekli bir şeyler taşıdığı terminaller vardır şehrin bir köşesinde. Hayatın hep aktığı hiç durmadığı, arkalarında bir şeylerini ve birilerini bırakanların amansız koşuşturması vardır her bir peronunda.
Marketten ya da başka bir yerden temin edilmiş karton kutularıyla fındık, turşu, pekmez, patates, fasulye öteberi taşıyanlar. Peynir ve turşu kokusu taşınan şeylerin içinde ne olduğunu apaçık ortaya koysa da her birini kan ter içinde x-raya sokma telaşları vardır. Yaz mevsimlerinde özellikle de sonunda adı konulmamış kıtlık öncesi hummalı bir seferberlik hali vardır terminallerde.
Koli bandı ile değil de katmayla sağı solu tutuşturulan, taşınması kolay olsun diye küçük bir karton parçasıyla tutacak yeri yapılmış, yerden kalkmayan ağır koliler vardır oturma banklarının yanında. Kimse çalmasın ya da kaybolmasın diye hemen yanı başında bir nevi nöbetçi olarak görevlendirilmiş evin en yaşlısı bir eli bastonlu dede vardır. Görevi layıkıyla yerine getirmenin verdiği gururla siperden etrafını süzer. O an elinde tuttuğu baston değil mavzer, üzerinde durduğu da fındık çuvalı değil düşmandır.
Gençliğe ilk adımlarını atmış ergenlerin “turşu taşıma” sendromunun yüze vuran mahcubiyeti ve kızgınlığına mutlaka şahit olursunuz terminallerde. Onların isyanı her yıl yapılan deniz tatili hayallerinin yine köy tatili ile son bulmasınadır. Elinde turşu bidonu ile dolaşan genç, okulun en güzel kızıyla karşılaşınca “görünmezlik iksiri olsa da içsem ya da yer yarılsa da yerin dibine girsem” seçeneklerinden herhangi birine işaretleyemeden sınav kağıdını ne yazık ki teslim eder.
Koyabildiklerini kimi valizlerinde taşır. Ya valize sığmayan yaşanmışlıklar. Onları hangi valize sığdırabilirsin ki? Valizlerini sürükleyerek taşıyanlar sığdıramadıklarını ise bir ömür taşırlar.
Diğer tarafta tekerlerinin her yöne dönebildiği, yetmez gibi kirlenmesin, çizilmesin diye koruyucu kılıflı valizleri ile arz-ı endam edenlerin podyum yürüyüşlerine ayar olmamak mümkün müdür? İçerisinin havasızlıktan ve terden küflenmiş peynir gibi kokan otobüse değil de Madrid seferini yapacak uçağa yetişmeye çalışan, abartılı makyajıyla peron arayan şaşkolozların karşılaşacağı manzarayı düşünmekten kendini alamazsın.
Otobüsü kaçırmamak için son bir gayret maaile koşanlar mutlaka vardır. Önde, ellerindeki valizleriyle her şeyi taşımaya çalışan, her halinden baba olduğu belli bir adam, 10-15 metre arkada bir eliyle annesine sıkıca tutunmuş diğer eliyle oyuncağını ve pantolonunu düşürmemeye çalışan küçük bir çocuk. Kucağındaki ağlayan bebeğini değil de sinirli kocasını sakinleştirmeye çalışan ezgin ve bezgin kadın mutsuzluğu göze çarpar.
Son final sınavından çıkmış, kaldığı eve ya da yurda uğramadan memleketine gitmek için sırt çantasını yastık yaparak uzanmış, sabırsızlıkla otobüsünü bekleyen öğrenci rahatlığı ve umursamazlığına imrenirsin. Kravatsız takım elbiseli bitirim delikanlının tedirgin halleri, elindeki küçük seyahat çantasının içerinde kayıt dışında kalması gereken para ya da yasadışı başka bir şeyin olduğunu düşündürür.
Terminallerde alüminyum çaydanlıklardan tabaksız ince belli bardaklara dökülen parası peşin ödenen tavşan kırmızısı çaylar vardır. Yarısı temiz bardaklarla yarısı müşteriden toplanmış kirli bardaklarla dolu askılı tepsi ile bir o tarafa bir bu tarafa fink atan çaycılar vardır. İkinci yudumdan sonra bardağın temizliği ile ilgili düşüncen paslı kaşığı görünce son bulur, sorun cevapsız kalmaz.
Uğurlayanlar bir de gidenler bilir, başlayan özlemin ilk cümlelerinin soğukluğunu, keşmekeşliğini. Giden otobüslere el sallayanlar vardır. Birde ortaya el sallayanlar, uğurlayanı olmayanlar imrenerek bakar el sallamalardan kendi hissesine düşeni alır.
Terminaller, belki yeni başlangıçların belki de her şeyin bittiği hayatın bir durağıdır. Gelenler için ise hep sevinç. Özlem dolu gözler gidenler için vedadır, hep son bakıştır.
Ben hep giden yolcu peronunda uğurlayanlardan oldum. Eşimizi, dostumuzu, anamızı babamızı birer birer uğurladık.
Ne çok sevenin varmış insanın ölesi gelir. Gördün mü? Bilmiyorum. Giden yolcu peronundan seni bilinmez diyara uğurlayanlardan birisi de bendim. Artık yoksun ve olmayacaksın. Dönmeyeceğini bilmek insanı ayrı bir kahretse de susuyorum.
Hazır gelmişken dönüşü olmayan tek yön bir bilet de ben aldım. Üstelik, ilk defa pencere kenarı mı değil mi diye düşünmeden.
Ve ellerim cebimde yavaş adımlarla, olamadığımı bilmenin hüznüyle şehrin kalabalığına karışan herhangi birisiyim şimdi.
Ve şimdi giden yolcu peronundan uğurlanacağım güne doğru, ellerimin konuşacağı, ayaklarımın şahitlik yapacağı yere doğru yürüyorum.
Ne demişti Ahmet Amiş Efendi. “Olan olmuştur, olacak olan da olmuştur.”