Osmanlı padişahlarının hemen hemen hepsi bir sanat ya da zanaat erbabıydı. İçlerinde ustalık mertebesinde kuyumcu, marangoz, bahçıvan, kunduracı olduğu gibi şair, bestekar, ressam olanlar da vardı.
Üç kıtada hüküm sürmüş cihan devletinde “sultanlık” yapabilmek için edebiyattan, sanattan, ilimden, fenden sadece anlamak yeterli değildi icra etmek de gerekirdi. Payitahta bulunanların özgeçmişleri kitap okumak, doğa yürüyüşü yapmak, sinemaya tiyatroya gitmek gibi sıradan dolgu malzemeleri ile donatılmış değildi. Bürokrasinin basamaklarını üçer beşer çıkmak için bizim! gönüllü kuruluşlarımızla süslenmiş değildi. 12 saatlik, 1 günlük eğitim ile verilen kıldan, tüyden, antin kuntin sertifika ve belgelerle şişirilmiş hiç değildi. Yıllar yıllar geçti meşhur eğitim sistemimizin her yıl yeniden Present Continuous Tense ile başlayan şimdiki zamandan bir türlü ileri gidemedik. Hep yerimizde saydık. Hala İngilizce ile cebelleşiyoruz. Yabancı dil seviyemiz “I’m sorry, ne soriy” düzeyinde söyleneni anlıyorum ama konuşamıyorum. Sebebini sorduklarında; gırgır mahiyetinde cevap da hazırdır; “Annem yabancılarla konuşma demişti o yüzden”. Aklıma üniversitedeki arkadaşım geldi. Güzel kızları etrafında toplamak, hava atmak için sağda, solda kantinde ud ile takılırdı. Hadi bir şey çal da dinleyelim dediğimizde hiç unutmam “Annem başkasının yanında çalmamı istemiyor” demişti. “Belki ud istiyordur” dediğimizden beri ud ile okula gelmez oldu.
Ecdat haybeden işlerle uğraşmazdı. Sevabına yoldaki taşı kaldırır, yetimin başını okşardı. Kösele ayakkabı içinde babet çorapla dolaşmazdı. Kartvizitlerin el değiştirdiği dumanaltı nargile kafelerde iş tutmaz, pozisyon kovalamazdı. Devlet işinde devletin mumunu özel işinde kendi mumunu kullanan inançtan beslenirdi. O ince hassasiyet çoktandır kalmadı artık.
Şehzadeler, paşalar hocalarından aldığı ilmin, fennin yanı sıra bilgi, hikmet, tasavvuf ile zenginleştirilmiş tedrisattan geçirilirdi ki devlete millete zeval gelmesin. Anlayacağınız kofti bir eğitim almazlardı.
Her birinin devlet yönetiminin yanında ayrıca uğraştıkları, hatta para kazandıkları bir meslekleri de vardı. Tarihimiz, şahsi ihtiyaçlarını devlet hazinesinden değil de kendi uğraşları ile karşılayan padişahlarla doludur. Mesela; Sultan 1. Mahmut, kemik ve şimşir gibi sert ağaçlardan yaptığı, kulak ve diş temizliğinde kullanılan aletleri yapar ve bunları pazarda sattırırdı. Aldığı paranın bir kısmıyla ihtiyaçlarını karşılar, diğer kısmını da sadaka olarak dağıtırdı.
Divan şairi Nedim’in “Kâh şarkı söyleyip, kâh gazel okuyalım yürü ey servi boylum sadâbâd'a gidelim.” Dediği türden öyle her şey de güllük gülistanlık değildi. O dönemin de kendine has şartları içerisinde yolları dikenli, kaldırımları Arnavut’tu.
Mutlaka o dönemin de taşoren müteahhitleri, “evet efendim, sepet efendim”ci tayfası vardı.
Şimdilerin “atanamayan öğretmen” sorunu o dönemde “atanamayan sultan” olarak suretini gösterirdi. Şehzadeler Anadolu’nun bir yerinde sırasını beklerdi. Sırasını bekleyenler ile sırası hiç gelmeyeceklerin bir yerlerde çıngar çıkarması ihtimaller dahilinde idi.
Batı’da “Muhteşem Süleyman” Doğu’da ise adaletli yönetimine atfen dolayı “Kanuni” olarak bilinen Trabzon doğumlu Sultan Süleyman usta bir kuyumcu ve şairdi. “Muhibbi” mahlası ile divan edebiyatına güzel eserler kazandırmıştır. Fatih Sultan Mehmet de “Avni” mahlasını kullanmıştır. Şimdilerde ecdadın yazdıklarının ne yazılışını anlayabiliyoruz ne de okunuşunu. Hal böyle olunca aleme nizam vermiş medeniyetin ruhunu anlamak ne mümkün...
Yabancılaştırıldığımız eğitim-öğretim hayatımızda hatırladığım kadarıyla öğrendiğim ilk yabancı! kelime “muteber” di. Muhibbi mahlasıyla yazan Kanuni’nin bir beytinde geçiyordu. “Halk içinde muteber bir nesne yok devlet gibi olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi”
Allah sağlık esenlik versin ilk aşkımız Semiha Hoca’dan öğrenmiştik “muteber”i. Bir de Fatih’in “Ormanlarımdan bir dal kesenin başını keserim” hükmünü. Şimdilerde biraz daha fazla rant uğruna; değil ormanlardan bir dal kesmek dağların, ormanların ırzına geçiliyor.
Alman Goethe'nin ölürken 'Işık, biraz daha ışık!' diye haykırdığı söylenir. Bunların doymak bilmeyen nefisleri ölürken “rant, biraz daha rant” diye haykıracak kuşkusuz. Bu günleri görseydi merhum Mehmet Akif “Ya Rab! bir hilal uğruna ne güneşler batıyor” yerine “rant uğruna ne tarım arazileri imara açılıyor” diyecekti şüphesiz.
Hobi bahçeleri adı altında tarım arazileri katlediliyor. Tatil bölgelerinde denize nazır villamız olamadı bari buğday tarlaları arasında gecekondu villamız olsun diyen lümpenlerin sayısı gittikçe artıyor. Ve olup biteni herkes gibi idareciler de seyrediyor.
Doksan milyon bir araya gelmişiz, bin bilemedin on bin kişiyi doyurmaya çalışıyoruz ama bir türlü doyuramıyoruz. Yazıklar olsun bize ki şu on bin kişiyi beslerken serzenişte bulunuyoruz! Karnı tok ama gözü açlara beddua kıvamında “gözünü toprak doyursun” temennilerinin çaresizliğinden bir adım öteye gidemiyoruz.
Efendiler zevk-i sefa içerisindeyken sürekli bir kavga halindeyiz. Alttakiler ile üsttekiler, sağdakiler ile soldakiler, ötekiler ile berikiler kavgada yumruk sayılmaz hesabı taş, kazma, kürek Allah ne verdiyse karşı tarafa atıyor.
Şu fani dünyadaki bütün hengâme muteber olana ulaşmak içinmiş meğer.
Muteber kimine makamdır, kimine mevki. Kimine bağdır kimine bahçe. Kimine evdir kimine araba.
Kimine de tüm koltukların dolu olduğu dönüşü olmayan seferlerde pencere kenarı bir koltuğun hep boş kaldığı sevgilidir muteber.