Bundan yedi yüz yıl evvel, Söğüt’te temelleri atılan Osmanlı Devleti, altı asır gibi uzun bir zaman üç kıtaya hâkim olmuş; onlarca değişik ırkı bünyesinde sükûnetle barındırmıştır. Fakat son dönemlerde zayıflama emareleri göstererek çöküşe geçmiştir. Bunun sebepleri pek çoktur. Bunların başında oterite boşluğu gelmektedir. Çöküş dönemi padişahları, devleti iyi idare edememiştir. Dinî değerler lâfta kalmıştır. Çağa ayak uydurulamamıştır. Batı’nın ilim ve teknolojisine sırt çevrilmiştir. Batı’dan moda ve benzeri gibi bize uymayan unsurlar alınmıştır. Millet aç ve susuz iken bir kısım gürûh Paris’te çıkan yeni modayı ertesi gün İstanbul’a getirtmiştir. Dinî ahkâm rafa kaldırılmıştır.
 
Batı’nın körüklemesiyle ve özellikle Fransız İhtilâli’yle, milliyetçilik akımları baş göstermiştir. Huzur ve sükûnet içerisinde yaşayan değişik milliyetlere mensup topluluklar, Osmanlı Devleti’ne bayrak açmışlardı. Bağımsız devlet kurma hayali içerisinde, hakikatleri görmekten acizdiler. Çünkü Batılı devletler, fitne ve fesat mekanizmasını işletiyorlardı. Gün geçmiyordu ki ayaklanma olmasın. Arnavutluk ve Kosova ayrılanlar kervanına katılmış. Akif bu durumu bir yangına benzeterek şöyle diyor:   
            
“Üç beyinsiz kafanın derdine, üç milyon halk,
Bak nasıl doğranıyor? Kalk, baba, kabrinden kalk!
Diriler koşmadı imdadına, sen bari yetiş…
Arnavutluk yanıyor!...Hem bu sefer pek müthiş!
Tek kıvılcım kabarıp öyle cehennem kustu:
Ki hemen kol kol olup sardı bütün bir yurdu.
O ne yangın ki: Ocak kalmadı söndürmediği!      
O ne tufan ki: Yakıp yıktı bütün vadiyi!”

Mehmet Akif, Batı’yı da Doğu’yu da görmüş bir insandır. Batı, ilme ve âlime kıymet verdiği için, meselelerini büyük ölçüde halletmiştir. Batı, uyuyan bir devdir adeta. Bir taraftan teknolojik altyapısını hazırlarken, bir yandan da Osmanlı’nın çöküşünü hızlandırmak için çırpınıp durmaktadır. Fakat tepedekiler bu gizli ve sinsi oyunun farkında değillerdir. Belki haberdardır ama bunu şimdilik bir tehdit olarak görmemektedirler. Fakat zamanla bu gizli faaliyetler öyle bir noktaya geldi ki,devlet önce sarsıldı,sonra yıkılıverdi.O zamanlar Osmanlı Devleti,İslâmiyetin müdafacısı ve de hâmisi idi.Şark devletlerine ağabeylik yapıyordu aynı zamanda.Lâkin doğulular özellikle Osmanlı’nın  son zamanlarında iyice uyuşuk bir hâl almışlardı.Bilime sırt çevirmişlerdi.Gündelik işlerle zaman öldürüyorlardı.Yöneticiler halktan kopuk bir vaziyette yaşıyorlardı.Halkı birbirine bağlayan manevî değerler bir kenara itilmişti.Hiç kimse müslümanların derdini kendine dert edinmiyordu.Herkes,başının dikine gidiyordu.Dilerseniz halkın bu sefil manzarasını bir de Aktif’ten dinleyelim:
                     
“Ne gördün, Şark’ı çok gezdin, diyorlar. Gördüğüm: Yer yer,
Harap iller; serilmiş hanümanlar; başsız ümmetler;
Yıkılmış köprüler; çökmüş kanallar; yolcusuz yollar;
Buruşmuş cehreler; tersiz alınlar; işlemez kollar;
Bükülmüş beller; incelmiş boyunlar, kaynamaz kanlar;
Düşünmez başlar; aldırmaz yürekler; baslı vicdanlar;
Cemaatsiz imamlar; kirli yüzler; secdesiz başlar;
Gaza namıyla dindaş öldüren bîçâre dindaşlar
Geçerken, ağladım geçtim; dururken, ağladım durdum;
Duyan yok, ses veren yok, bin perişan yurda başvurdum.”
 
Böyle acı bir görünümü olan memleketin ayakta durması mümkün müdür? Yine de sultan Abdülhamit Han, böyle bir devleti otuz üç sene ayakta tutabilme başarısı göstermiştir. Bugünkü genç Türkiye Cumhuriyeti’nin Osmanlı’nın hatalarından ders alması gerekir. Çünkü tarihin tekerrür etmemesini istiyorsak yaşanan hadiselerden ibret almalıyız.