Sanayileşme ile birlikte artan iş gücü ihtiyacı, 1960’lı yıllardan itibaren İstanbul, Ankara gibi büyük kentlere akın akın göçe neden olmuştur. Sadece büyük kentlere değil Anadolu’nun küçük kentlerinde de köylerden şehrin varoşlarına gelenlerin sayıları giderek artmıştır.

Ailelerin gittikçe artan nüfusu, yaşlı köy evlerine sığmaz olmuştu. Toprak gittikçe bölünüyor, alınan hasat sadece boğazları doyurmaya yetiyordu. Hele bir de çocukların düğünleri varsa gitti o senenin tüm hasılatı.

Ana-babalar; çocuklar da bizim gibi köylü geldi köylü gitmesin diyordu. Büyükler, evlatlarını artık köylerde tutamıyordu. Şehrin cazibesi de “gel” diyordu. O kadar insana ekmek veren “şehir” sana mı ekmek vermeyecekti “gazlamaları” altında kavimler göçü misali şehirlere göç başlamıştı.

Köyde yaşayan genç çiftlerin, çocukların, gençlerin kızıl elması artık “şeerli” olmaktı. Büyük umutlarla çıkılan bu yolda yeni fırsatlar ya da hayal kırıklıkları şehre tutunmaya çalışanların yeni hikayeleri olacaktı.

Kiminin elektriği, suyu, banyosu olmayan iki göz küçük odalarında evlere sığmayan çok büyük umutları vardı. Birkaç yorgan, yatak, kap kacak, tencere tabak bacası tüten, tenceresi kaynayan, nohut oda bakla sofalar için ilk etapta yeterliydi. Yeterliydi ama televizyon ve buzdolabı da alınması gereken ilk eşyalardandı. Maddi sıkıntılar nedeniyle her ikisi de bir türlü alınamazdı. Şimdilik sadece birisini alabilecek bütçeye sahip olan ailelerde çetin tartışmalar olurdu. Demokratik olmayan oylamalarda oyunu buzdolabından yana kullanan anne babanın değil de televizyon alınması için ağlayan, zırlayan çocukların ve gençlerin dediği bir şekilde olurdu. Annenin çok istediği buzdolabı başka bir bahara kalırdı. Çamaşır makinesi ise Hakk getire...

Anne Baba duygusal davranmaktan ziyade komşulara televizyon izlemeye giden çocukları gecenin bir vakti toplama derdinden kurtulmak için kerhen de olsa televizyonun alınmasını kabul ederdi.

Yemek saatinde komşuya çocuk gönderilmezdi. Hep aynı komşuya yük olunmaması için farklı komşulara gidilmeye dikkat edilirdi ya da çocuklar farklı farklı komşulara gönderilirdi. Komşuya eli boş hiç gidilmezdi. Evden götürülecek pasta, börek yoksa en azından mahalle bakkalında açık satılan çitlenildiğinde ağzı, elleri kömür karası yapan, ev sahibinin hiç haz etmediği siyah çekirdekten alınırdı. Eve dönüldüğünde “biz ne zaman televizyon alacağız” teraneleri kaldığı yerden devam ederdi.

Her evde televizyon olmasa da kocaman pilleri olan iyi kötü bir radyo vardı. Meretin pilleri çok çabuk biterdi. Piller bittiğinde adeta dünya ile irtibat kesilirdi. Yurtta, dünyada ne olduğunu ne bittiğini ertesi gün eşten dosttan, konu komşudan öğrenirdik. Müptelası olduğumuz arkası yarın tiyatrolarını birkaç bölüm atlayarak takip etmek zorunda kalırdık.

Sadece radyosu olanlara göre televizyonu olanlar zengindi. Radyosu olmayanlar için ise gaz ocağı denen zamazingolar teselliydi. Karınca kararınca herkes mutluydu sanki. Mesela kimsenin arabası yoktu ama bundan rahatsızlık duyan da yoktu. Hatırladığım kadarıyla her evin en büyük derdi yine kiraydı. Renkli televizyon çıkınca tüm dengeler bozuldu.

Her birinin elinde aplikasyon çöplüğüne dönmüş akıllı telefonları olan şimdiki kuşağa bir dönem televizyon ve buzdolabının statü aracı olduğunu anlatmaya kalksan “şaka mı yapıyorsun” derler.

Yaşı yetenler hatırlarlar. Özellikle Amerika menşeili diziler başlayınca herkes sihirli kutunun karşısına geçerdi. Dallas, Şahin Tepesi, Flamingo Yolu gibi diziler entrikalarla doluydu. Küçüklerin gülerek büyüklerin utanarak izledikleri “diş çekme” sahneleri olurdu. Kanal da hemen öyle şakkadak değiştirilemezdi. Ne değiştirilecek ikinci bir kanal vardı ne de televizyonların uzaktan kumandası. Babaların aslanın avına hücum ettiği çeviklikte televizyonu kapatma gayretleri boşa düşerdi. Diş çoktan çekilmişti...

Bir de daha masum sıcak görünen Küçük Ev gibi diziler vardı. Yoğun bir Hristiyanlık propagandası olduğunu haliyle yıllar sonra fark ettik. Biz Müslümanların sofradan kalkarken onların ise yemeğe başlamadan dua etmesini hep garipsemiştim. Biz Müslümanlar garanticiyiz galiba “önce yiyelim, sonra teşekkür ederiz” peşin teşekkür yok bizde derdim çocuk aklımla.

Her baba gibi rahmetli babam da sıkı bir haber takipçisiydi. Önemli ya da önemsiz bir haber olsun fark etmezdi. Haber bültenlerinde evde ses çıkmayacaktı. En ufak bir lakırdıda “durun, susun” manasında “şşşt” diye garip sesler çıkarırdı.

Geçenlerde Dürzilerin Suriye’deki hareketlenme haberlerini görünce aklıma birden o günler geldi. Haber bültenlerini zorunlu dinlediğimiz çocukluk dönemimize denk düşen Lübnan iç savaşından dimağlarımıza yerleşen klişe “solcu Müslümanlar ile sağcı Hristiyanların savaşı” geldi.

Yetiştiğimiz çevrenin siyasi kültürü merkez sağ, milliyetçi, mukaddesatçı söylemlerin yoğunluğundaydı. Kodlamamız Sağcılar Müslümandı. Müslümanlar nasıl solcu olabilirdi ya da sağcılar nasıl oluyor da Hristiyan oluyordu. Aklımız yetmezdi, garipserdik.

Mahallemizde çocuklar sinkaflı küfürler ederken büyükler daha ideolojik edepli küfürleri tercih ederdi. Yezit, Dürzi, Komünist gibi.

Radyolu günlerden aklımızda kalan Sağcı Hristiyan Falanjistler ile Solcu Müslüman Filistinli Gerillaların savaşı da bizim kültür iklimimizde tam da işte bu mecrada cereyan etti.

İsrail’in desteklediği aşırı sağcı Hıristiyan Falanjist milisler 1982’de Lübnan’ın başkenti Beyrut’un güneyinde bulunan Sabra ve Şatilla Filistin mülteci kamplarına İsrail ordusunun gözetimi ve himayesi altında saldırmış, 3 binden fazla Filistinliyi öldürmüştü.

Bu pislik herifler milyonların öldürüldüğü iç savaştan bir şekilde huzura çıkmak isteyenlere karşı bu seferde Dürzileri “fitleyerek” sahaya sürüyor. Lanetli kavim İsrailoğulları; Hz. Musa’ya vahyedilen 10 emirden biri olan “öldürmeyeceksin” emrini dün olduğu gibi bugün ve yarın da mazlumları katlederek ihlal edecek. Çünkü geninde kötülük, fitne, kibir, zulüm var.