Bir gün sağcıların bir gün solcuların kahvesinin tarandığı yıllardı. Aynı kirli silahın hem solculara hem de sağcılara kurşun sıktığı, çıkmaz yollarda izlerin birbirine karıştığı umutsuz günlerdi. Kısacası kimsenin huzuru yoktu, ne patronun ne çalışanın, ne annenin ne babanın.

Herkesin birbirine şüpheli gözlerle baktığı, güven ortamının yerle yeksan olduğu günlerden geçiliyordu. Hareketli, heyecanlı, enerjisi yüksek ve kaybedeceği bir şeyi olmayan, kendilerine göre her biri memleket sevdalısı gençleri ütopyalarla, kızıl elmalarla buluşturmak hiç de zor değildi. Hani kardeş kardeşi öldürüyor diye beylik bir betimleme vardır ya işte o günlerde de insanlar tanıdığı olsun olmasın canlara kıymakta hiçbir beis görmüyorlardı.

Orhan Veli’nin mısralarının vücut bulmuş haliydi o yıllar “Neler yapmadık şu vatan için! Kimimiz öldük; Kimimiz nutuk söyledik…”

Aileler çocuklarını okula gönderip göndermemekte tereddüt ediyorlardı. Emniyetsiz ve belirsiz ortamda suça ya da faili meçhule kurban gitmektense dizimin dibinde otursun deniliyordu. Abilerimizin fukaralıktan tek çıkış yolu olarak gördükleri üniversite eğitimine ara verdiklerinde yaşadıkları üzüntülere şahit oluyorduk.

Sokakta terör, okullarda siyaset konuşur olmuştu. Devrimci gençler, ülkücü gençler her iki tarafta kendilerine alan açma, ülkeyi kurtarma derdine düşmüşlerdi.

S harfini orak şekline benzeterek yapanlar, yeşil parka giyenler komünist, geniş paça takım elbiselerini kravatsız gömlek ya da boğazlı kazakla giyenler faşistti.

Elektrik direklerine afiş asanların da kırmızı boyalarla duvara yazı yazanların da hepsinin yüreğinde “Bağımsız Türkiye” hayaliyle yanıp tutuşmuş bir yangın yeri vardı ama sadece kalpler değil ülkenin dört bir yanı yangın yeriydi.

Demokrasi içerisinde çözüm üretemeyen siyasetçilerin taşlarını döşediği darbe ortamı yine oluşmuş, on yılda bir alışılagelen darbelerden biri daha 12 Eylül’de gerçekleşerek asker yönetime el koymuştu. Serbest Pazar ekonomisi, liberal politikalar, işini bilen memurlar, köşe dönmeci müteahhitler, papatyalar, çok kanallar, anayasayı bir kere delmekle bir şey olmayacağının sanıldığı yeni bir düzleme girilmişti.

Anarşi ortamı görece durulmuş, hayatın yavaş yavaş normale döndüğü yıllar başlamıştı. Terörden illallah demiş insanlar ya minnet ifadesi ya da asker korkusu ile dükkanlarının görünür bir yerine “müşteri velinimetimizdir” yazısının hemen üzerine astıkları Kenan Evren ve kuvvet komutanlarının gücü ve kudretinden nasiplerine düşen hisseyi alma umudundaydılar.

İliklerine kadar siyaset her yere girmişti ama netice de herkes ekmeğinin peşindeydi. Ya Allah Bismillah diyerek yollara revan olan gündelik kazancıyla akşamına eve ekmek getirenlerin işi daha bir zordu.

Anadol, Skoda, Ford gibi pikap araçlarını trafikte yeni yeni görmeye başladığımız yıllardı. Özellikle Anadol pikaplar alay konusuydu. Samandan yapılıyormuş da eşek yanından geçerken ısırmaya çalışıyormuş da falan filan. Bilenler bilir; skoda pikapların tekerlek aksamındaki çarpıklık skoda bacaklı deyiminin de doğuş nedenidir. Düşünüyorum da nedense bir şeyler üretmeye çalışsak, acımasız eleştiri ve tu kaka yapma bizde bir gelenek haline gelmiş, bir nevi milli sporumuz olmuştu. Sporda da öyle değil mi? Yabancı oyuncuya açmış olduğumuz kredi ile yerli futbolcuları hunharca eleştirilerimiz aynı hakkaniyette mi?

O buhranlı yıllarda araç almak bugünkü gibi kolay değildi bugünkü gibi zaruri bir ihtiyaç da değildi üstelik.

Köyden kente yeni gelmiş, şehre bir şekilde tutunmaya çalışanların, kıyıda köşede biraz biriktirdiği ya da hanımın bilezikleri ile biraz da borçlanarak bir araba alabilmek hayallerinden sadece birisiydi belki de ilkiydi. O zamanlarda banka kredisi nerede? Ucu ucuna denkleştirdikleriyle, eşten dosttan borçlanarak alınmış, hurda külüstür kaportası göçmüş, boyası dökülmüş farlarını bir kısmı kırılmış pikaplarıyla kimi hurda toplar, kimi pazarlarda sebze meyve sebze satardı. Kimi de eşya öte beri taşıyarak helalinden evlerine ekmek götürme derdindeydi.

Herhangi bir ustalığı ya da zanaat becerisi olmayanlar için en kolay yol inşaat gibi gündelik işlerde yevmiye karşılığında çalışmaktı. Araba almaya parası ya da borçlanmaya cesareti olmayanlar üç tekerli seyyar arabaları ile ekmeğinin peşindeydi. Modernleşmenin ve zabıta kabusunun henüz yoğun olmadığı o dönemlerde “azıcık aşım kaygısız başım” olsun diyenlerin ilk düşündüklerinden birisi de üç tekerli arabalarıdır.

Ailelerinde ne bir doktor, hâkim, mühendis kimsenin olmadığı böyle gelmiş artık böyle gitmesin diyenlerin sabahın ilk ışıklarıyla nafakasının peşine düşerlerdi.

Haşlanmış mısır, kestane, pilav satanlarını, hurda toplayanlarını bugünlerde de görmek mümkün. Çömlekçiden Meydana çıkan yokuşun hemen başındaki çınarın altında kaset satılan seyyar araba ile hemen yanlarında kocaman bir cam küp içinde limonata, simit satılan üç tekerli seyyar arabalar vardı. En meşhurları sokak sokak dolaşan hamsi arabalarıydı. Limandaki balıkçı teknelerinden aldıkları kasa kasa hamsileri akşama varmaz bitirirlerdi. Hamsiler bittikten sonra Boncuk Engin, Takoz Burhan ve arkadaşları yanlarına aldıkları nevale ile maşatlığa çıkar piizlendikten sonra kavga, küfür geldikleri yere Köprübaşına doğru giderlerdi.

Seyyar arabasını Arafilboyunun rampalarından yukarıya itmekte zorlananlara yardım ederken payımıza düşeni de alırdık. Armut, elma ısıra ısıra tekrar oyun alanımıza dönerdik. Sokağa giren aracın arkasına asılarak sokağın sonun kadar tampon üzerinde gitmek bir cesaret işiydi. Kızlar bebekleriyle oynarken biz erkekler minyatür kale maçı bırakır arabaların peşinde koşardık. Düşenler, dizini kolunu yaralayanlar, çizenler olurdu ama hiç ağlamazdık. Ağlasak ta mutluyduk.

Her evin isimsiz kahramanlarının tıpkı nafakalarını çıkardığı üç tekerli ağır aksak giden seyyar arabaları gibi hayatları vardı. Sağ, sol derdinde değil ekmek derdindeydiler.

Eksiktiler, fakirdiler ama mutluydular...